Bilkent Üniversitesi öğrencileri olarak, Edebiyat Topluluğu ve Sanatsal Etkinlikler Topluluğunun beraber organize ettiği kitap fuarı bünyesinde Bekir Coşkun’u ağırladık. Söyleşi, Coşkun’un talebi üzerine, resmiyetten uzak, samimi bir sohbet havasında yürütüldü. Üniversite öğrencilerinin, yıllarını davalarına, mesleklerine adamış insanlarla bir araya gelmeleri; onlardan yol ve üslup öğrenmeleri bir tür tecrübe akışı yaşanması adına oldukça önemli. Bu nedenle, organizasyonda görevli öğrenci arkadaşlarıma ve okulumuzun davetini geri çevirmediği için de Bekir Coşkun’a teşekkürlerimi iletmek isterim.
Çoşkun konuşmasında genel olarak, öğrencilere gazetecilik hayatından ve siyasi tecrübelerinden bahsetti; son zamanlarda baş etmek zorunda kaldığı bir takım baskılarla olan mücadelesini ve Türkiye’nin geleceğini nasıl gördüğünü özetledi. Gençlere duyduğu güveni özellikle birkaç kez vurguladı; yıllarını gazeteciliğe adamış bir insandan bu sözleri duymak güzeldi.
Fakat Coşkun’un 2002 seçimlerinde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin yakaladığı başarıyı anlatmaya çalıştığı analizinde eleştirmek istediğim noktalar var. Coşkun, 1980lerin başlarından itibaren televizyonun evlere girmesiyle Türkiye’nin özellikle kırsal kesimlerinde yaşayan insanların ilk kez öteki dünyayla tanıştığını söylüyor. İnsanlar, ilk kez daha rahat, varlıklı, sosyal ilişkilere açık ve görsel yenilikler barındıran hayatlara tanık oluyorlar. Coşkun, köy evinde televizyon izleyen bir ailenin durumu oldukça güzel ifade ediyor; anne ekranda, büyük mutfakta kızartılmış bir tavuk görüyor; genç kız, evinden üst açık arabayla alınan bir kız görüyor. Tüm bunlar, onlar için şehir hayatının birer simgesi haline geliyor ve kendi kırsal yaşantılarının ne kadar sınırlı olduğunu görüyorlar. Bu nedenle, köyden kente göç hız kazanıyor. Coşkun’a göre, şehre gelen bu aileler, şehrin kenar mahallelerine yerleşiyorlar ve hiç de beklemedikleri bir hayatı yaşamaya başlıyorlar. İçine düştükleri bu büyük hayal kırıklığında onlara tanıdık gelen tek şey, mahalle camisinden okunan ezan oluyor. Bu nedenle diyor Coşkun, onlara benzeyen badem bıyıklıya oy verdiler ve onu iktidara taşıdılar.
Televizyonun toplumuzda ciddi değişikliklere yol açtığına ve birçok kesim için ufuk açıcı olduğuna inanıyorum; bu noktada Coşkun’la aynı yoldayız. Fakat sıkıntı, Coşkun’un tanımladığı profildeki insanların sandıkta yaptıkları seçime bakışına gelince başlıyor. Öncelikle, kırsal kesimlerden şehirlere göç eden insanların hepsi için ezan sesi tanıdık ve sempatik bir unsur değil kanaatimce, ülkemizde pek çok kırsal yer var ki dini hassasiyetler önem arz etmiyor. Bu nedenle, kırsaldan gelenleri muhafazakârlığa yakın görme fikrini reddediyorum.
İkinci olarak eleştirim tarihsel analize; 80’lerden başlayan göç aslında 2002 seçimlerine kadar olan sürede büyük bir evrim geçirdi. Evet, insanlar şehre, yeni yaşantılarına, ötekileşiyor olmaya zor alıştılar ve kendilerine yakın hissettikleri muhitlerde oturdular, müzikler dinlediler, filmler izlediler, sanatçılara hayran oldular. İnsanların yaşantılarıyla özdeş beğenilerinin ve siyasi görüşlerinin olması gerçeği tüm bunları açıklıyor. Fakat tarih 2002’lere gelene kadar, göç eden topluğun oldukça farklı yönlere evrildiğini ve büyük ölçüde bir uyum yakalandığını düşünüyorum. Coşkun’un olmasını beklediği siyasi yakınlık belki 80’ler ve 90’ların, sağ ve mililyetçi-sağ partilerine karşı açıklanabilir.
Üçüncü olarak, Coşkun’un, AKP’nin başarısını şehrin varoşlarından gelen oya bağlamasını, elit yaklaşıma tipik bir örnek olarak yorumlayabiliriz. 2002 seçimlerinde AKP’nin, oyların yüzde 35’ine yakınını almasını açıklamaya çalışan birçok insan gibi Coşkun da kendine has bir yorum getiriyor. Fakat bence, oyların varoşlardan geldiğine olan inanç iki öngörüyü içinde barındırıyor. Birincisi, AKP’yi temeli olan ve refleks oluşturabilecek bir parti olarak görmemek; anlık bir başarıyla sürüklenip kıymetlendiğine inanmak. İkinci olarak, AKP’ye oy veren insanların bilinçli bir tepki oluşturamadığı; kendilerine benzeyen, kendileri gibi Anadolulu olan badem bıyıklıya inanan insanlar oldukları öngörüsü.
Bunlar şaşırtıcı değil çünkü siyasi kültür, ideolojik görüş, dünyaya ve insanlara bakış, göreceli kavramlar. Yine de, dünya üzerinde yaşayan her insanın, bir mevzuyu bir uçtan yakalayıp, kendi idrakiyle oy kullanabileceğine olan inancın artmasını dileyerek bitiyorum yazımı ve de göbeğimi kaşıyarak.