“Acı, acının kardeşidir.”
Hilmi Yavuz
Acı, bir duygu olarak hissedebilen her varlığa içkindir, onu tanımlarken dilimizin bizi kullanmaya zorladığı ‘her’ kelimesi ile kritik ipuçları yakalayabiliriz: o bir histir, bir duygulanımdır ve hissedişi varlığında bir yere konumlayabilen her şeyin tanıdığıdır. Acı bu temel ve tümel duruşuyla kendisine ilişkin bütün görelilikleri def eder: tıpkı diğer duygulanımlar gibi acı da bir gerçekliktir ve değişmezliğini etkileriyle birlikte korur. Özne; acıyı hisseden, tecrübesine acı sıfatını uygun görmek zorunda kalan, yoğun hissedişlerin etrafını sarmakta olduğu, baskı altındaki özne, bu bitap haliyle münhasır bir dünyanın sınırlarını aşındırıyor değildir. Hisleri, acıları, ona bulunduğu yerde kapkaranlık, nefes alınamayan, gelmekte olan zamanı büsbütün sevimsizleştiren dapdar bir dünya veren duyguları, ötekininkilerden ne bağımsız ne de farklıdır. Burada kuşatıcı bir aynılık söz konusudur. Öznenin başındaki davetsiz ve sevimsiz kara bulutlar başkalarının da zavallı başlarında dolaşmıştır. Benim yıpratıcı acılarım, ötekini de yıpratmıştır. Acılarımız birdir, farklı zamanlarda, farklı yerlerde zuhur etmeleri onları ayrıştırmamız için bize izin vermez. Hislerimi göz önüne alınca beni ötekiden ayıracak hiçbir şey yoktur. Ötekinin duygu imgeleri, benimkilerden büsbütün ayrı olabilir; yani onun acı olarak kodladığı şeylerin, örneğin, bende acı adına hiçbir karşılığı olmayabilir, ancak bu imgelerin fizyolojik dünyalarımızda çağrıştırdıkları, uyandırdıkları, tetikledikleri bir öz halinde aynıdır. Onun acısı benim acım değildir belki, ama onun gözyaşını, eksiksiz bir aynılıkta benim organizmam da üretir. Duygular ve yansımaları, bütün görüntüleriyle farklılık arz eden ve bu farklılığın bir tanım gerçeği olduğu insanî unsurları birleştirir, onlara adeta ortak bir ruh üfler, aynı çizginin üzerinde, tek bir noktaya çeker.
Bu özdeşlik, hisseden bütün varlıkları aynı yolun yolcusu yapar. Duygular hiç kimse için özel bir surete bürünmez; hiç kimseye özel bir hissediş yoktur; muazzam bir kolektivite, duygularıyla birlikte hareket halindedir. Duygu, özü itibariyle bize, bu kolektif zincirin birbirine çok benzeyen düğümleri olan biz öznelere, salt olarak yüklüdür, türümüzün gerçekliği olarak gelir ve yalnızca olayları, mekanları ve kişileri yorumlayışımıza göre şiddeti açısından değişiklik gösterebilir. Farklılaşma durumu keskin bir dış oluşun, müdahalenin veya yorumun sonucu olarak ortaya çıkabilir ki bu durumlarda da öz Örneğin, ölüm karşısında duyulan acı herkeste özü itibariyle aynıdır ama, ölüm vakasının yorumlanışı bu özün konumunu ve şiddetini değiştirebilir. Acı bu duygular arasındaki özerkliğini oluşturmuştur, o dokunulmazdır, ortaya çıkışı ile diğer duygular üzerinde hakimiyetini ilan etmiştir. Acı, bütün mağrur edası ile rasyonelliğinin sınırlarında dolaşıp nesneyi avlayabilen ve anlayabilen özneyi yönetebilen en ağır, en baskın akıl-dışı gerçekliktir. Acının gri bulutları, öznenin bütün akıl yürütmelerini, onu hareketsiz bırakacak büyük boyutlu bir toz tabakası gibi sarar.
Hisseden varlığın vazgeçilmez bir parçası, bir duygulanım oluşu itibariyle acı, organizma üzerindeki otoritesini, ve bu otoritenin sağladığı uzaklığı/özerkliği edinebilir. Duygular, rasyonel süreçlerin seyredebildiği ancak kolayca şekillendiremediği dokunulmaz bir niteliği haizdir. Duygularımızı seçemeyiz; gelen, kapıyı çalan, zihni geçici olsa da büsbütün işgal eden onlardır. Duygular, bu açıdan, bütün kıymeti seçebilmekte, aklın faaliyetinde saklı olan biz özneler için ikincil bir gerçeği oluştururlar. Bu ikincillik, esasında, duyguları, üzerinde konuşulamaz kılar: çünkü duyguların hayat bulmalarında iradenin, seçim kudretinin hiçbir rolü yoktur, akıl, duygu karşısında bütün ağırlığını kaybetmiştir; kimse acıyı çağırmaz, aklî hiçbir süreç acının dünyasına adım atmayı göze almak istemez (patolojik vakaları hariç tutmak için yeterince neden sahip olup olmadığımız da belli değildir). Özne bir olaya, bir eyleme maruz kalır ve acı bir yorum olarak çıkagelir.
Acıyı ve tezahürlerini bir tartışmanın konusu yapamamak için sahip olduğumuz sebepler, kökenlerini acının akıl-dışılığından alır: acı duyan bir özne, acıyı tanımlamak/algılamak için gereksinim duyduğu ilk ve küçük adımdan sonra, rasyonalitenin bütün parçalarını üzerinden atar. Bu organizmanın, acıyı duyma hakkı için, duygularının kısa süreli hükümranlığı için, aklî süreçlere gösterdiği tepkidir. Acının sardığı, bütün sinir sistemiyle etkisi altına aldığı edilgin özne artık hiçbir sorunun muhatabı olacak durumda değildir. O, fizyolojisinin; apaçık bir dışsallığın ürettikleriyle kontrol edilmektedir ve acısından/duygularından ötürü sorumlu tutulamayacak olandır. Acı/yoğun duygulanım içindeki öznenin iradesi şimdilik askıya alınmıştır. Burada acının/duyguların doğasının geçiciliği içerdiğini belirtmek de gerekir: bir organizmayı sürekli duygu yoğunluğuna maruz bırakmak; örneğin, hiç dinmeyen acıların bir özneyi kuşatması, tam olarak yıkıcıdır. Hissediş, kısa-süreliliğe göre yapılanmıştır; acı, normal süreçler dahilinde, yerini, çok geçmeden akıl yürütmelerin kontrolüne bırakmak zorundadır.
Acının deneyimini yaşamının kısa bir bölümüne tema olarak seçmek zorunda kalan birinin acıları üzerine söylenecek hiçbir söz yoktur. Bu tecrübe, sorunun yönelemeyeceği niteliktedir. Bu hissedişi dile getirmek, acıyı yaşamak, onu yas suretinde gerçek kılmak; bunlar acının yalıtılmışlığı ile özneye tanımlanmış haklardır ve bu haklar, sorular ve tartışmalar yoluyla engelllenebilir, alaya alınabilir, hafifsenebilir ve kötü niyetlice görmezden gelinebilir haklar değildir. Acı herkesindir; neden ortaya çıktığı düşünülmeden yalnızca anlayışı, sükûneti, öne eğilmiş bir başla, samimi bir saygıyı hak etmektedir.