Belirlenmişliğin ve mutlak bir değişmezliğin sosyal zeminde en açık yansımasına kast sisteminde şahit oluruz. Bu sistem tarihsel bir gerçekliği son noktasına kadar haiz bir şekilde, bütün bir Hint toplumunu asırlarca şekillendirmiş; görünmez bir elin yaşamın en derinine, keskin ve kısmen de vahşi tezahürlerini kusursuzca  yansıtacak şekilde ortaya koymuştur. Kast, doğum ile geleni, verili olanı, a priori sunulanı koşulsuzca kabullenmenin çaresizliğinden beslenen, gücünü ve devamlılığı için gereksindiği motivasyonu ondan alan, giderek büyümeye ve sivrileşmeye meyyal bir mutlak sınıf tasviridir. Sınırların en belirgin olduğu ayrımlar Kast’ın dahilinde yapılır; insanların apaçık kimliklere sahip oldukları ve bu kimlikleri benimsemekte hiçbir zorlukla karşılaştırılmadıkları oldukça net sınıfsal tanımlamalar Kast’a ruhunu verir. Vaişya ya da Şudra iseniz ne olduğunuza dair içinizde şüphe uyandıracak hiçbir şey bulunmaz, bulundurulmaz ve hele toplumdan size bu yönde hiçbir uyaran yöneltilmez; bir başınıza olduğunuz kadar kolektifliği samimiyetle deneyimlemiş halde sınıfınıza da aitsinizdir ve neliğiniz hiçbir boşluk bırakılmadan olabilecek en kesin hatları ile size sunulmuştur.

Kast’ı acımasız yapan bu boşluksuzluğunun içinde hiçbir dikey geçişe izin vermemesidir, sıkışmışlığı ve katılığıdır. Duvarlar, namlarına yaraşır tarzda, bütün diklikleriyle, sınıfların arasında asla sarsılmaması için topyekün toplumun sırt verdiği azamet sahibi yasaklar suretine büründürülmüştür. Sınıfsal ayrım pratikteki acımasızlığını en sarih şekilde Kast’ın gölgesi altında belli eder; verilen’e eğilmiş boyunlarla şekillenen bir toplum, bütün bunlara duyarsızlığı ile nitelik kazanıp pasifliği ilke edinmiş bir bakış açısı ve var olan her şeyi kanıksayan, normal gören, böyle gelip böyle gitmesini bir hakikat olarak yaşamlarının merkezine oturtmuş seyirci bireyler. Geçiş bu temel kanıksanma üzerine inşa edilerek imkansız kılınmıştır. Farkındalık önüne ket vurulmuş haliyle anlamsızlığa teslim edilmiştir. Hangi sınıftan olursa olsun bir Hint, verili karakterini benimsemek zorunda olarak sınırlılığın deneyimi ile yüz yüzedir; başını kaldırıp yoklayacağı hiçbir öte yoktur, olsa da anlamsızdır, farkındalığının sınırına giremeyecek bir haldedir. Baba her şeyin belirleyicisidir: düşünülecek şeyler, sorulacak sorular, sahip olunacak nesneler, kurulacak hayaller, sevinçler, hüzünler, korkular bir bütünün sonradan zuhur edecek parçaları olarak doğum çığlığına sinmiş, babanın statüsüne gizlenmiştir.

Kast farkındalıkla savaşarak otoritesini kurar ve her şeyi gerçek bir kabullenişe temellendirir. Bu, sorgulamanın kenara çekildiği bir portrenin çizgilerinden parçalar ihtiva eden ve teslimiyetin en korkunç kılıfına sarıldığı zavallı bir manzaradır: Kast’ın belirleyiciliği soruları da kuşatmıştır, daha da ötesinde, Kast sorulmayacak soruların da üzerine yıkıcı ağırlığını koymuştur: o, bir söylemin yoğunluğundaki karakteristiği, onun kapsayıcılığını ve zorbalığını kararlılıkla üstlenmiş olarak öznelere küçük dünyalar sunar. Bu küçük dünyanın ötekisi dışlanmaya, sorgulanamayan olmaya yazgılıdır. Kast, öte yandan, bu ötekisizlikte bir suçsuzluk iklimi oluşturur; yoğun bir kaderciliğin duygusallıkla bezenip mutlak kontrolün sağlanabilmesi ereği ile bir toplum gerçekliğine dönüştürülmesi, hiç kimsenin sorumlu tutulamayacağı bir belirsizliğe, yine hiç kimsenin bağımlı ve verili olanın mutlak belirleyiciliğinde bir şekillendirmeyle etki altına alınmış bilinçlerden sıyrılma imkânı bulamaması da meşru bir sorumsuzluğa sebebiyet verir.

Zıtlıklar arası çatışmadan hasıl olmuş gerilim bilgisinin hiçbir şekilde varlık kazanamadığı, aşmak düşüncesinin bir hedef olarak telakki edilmeyip, bir uyarıcılığı haiz olmadığı  bütün toplumsal kurumlar Kast sisteminin yakınlarından geçer; yıkıcı bir durgunluk ve sorgulanamazlık temelinin üzerinde yükselmiş haliyle, duyguların aşırı otoritesine ve bağlayıcılığına eksiksiz bir teslimdir karşımızda bulunan. Hint aklından veya coğrafyasından uzak oluşumuzun bizi Kast’a yabancı kılmadığını düşünmek için fazlaca sebep ile sarılmış görünüyoruz. Kast, toplumsal rollerde verili olana dair soruların sorulmadığı toplumsal kimliklerin yalnızca babanın adı ve statüsü üzerinden düşünüldüğü her an yanımızda belirir. Kast içimizdedir: tarihle, böyle gelenle, gelenekle şekillenen biçilmiş rol, sorularımızın konusu olmadığı müddetçe Kast bize aittir. Suçlunun suçunu bir dışsallık olmaksızın suç olarak anlamasının önündeki engeller verili olanla ilişkilendirilmediği sürece Kast gerçekliğimizdir. Suçlamak ya da sorumlu tutmak imkansızdır: soramayan, ya da sistemin gerektirmesi olarak sordurulmayan, iradesi üzerinde bir yaşam alanı iddiasında da bulunamaz, sorusu sınırlı tutulan ancak o sınırın çizgileri içinde, o sınırın tanımlamaları ile bir varlık oluşturabilir. Kast böyle keskin izler bırakarak sürekliliğini sağlar.

Suç örneğine açıklık kazandırmak gerekiyor: burada suçluluğu bir farkındalık hali olarak anlıyorum, (suçlu, suçlu olarak nitelendiğinden itibaren yaptığının en azından toplum nezdinde yanlışlığına dair kesin bir haberdarlığa varır) ve insanların fiillerinin suç kapsamına girdiğini idrak edebilmeleri için toplumsal normlar ile yüzleşmeden önce daha temelde aile ya da sınıf içinde bir bilinç edinmeleri şartını düşünerek Kast ile biçilen rollerin suç tanımlamalarının veya farkındalık biçimlerinin çeşitlilik göstermesinden ötürü de bu toplumsallık etkisinin bir şekilde çözümsüzlük oluşturacağını belirtiyorum. Bir çocuk düşünelim ve bu çocuğun sarsılmaz bir Kast oluşumu içinde, hiçbir dikey geçişin mümkün olmadığı, biçilen rolün babanın statüsüne göre belirlendiği ve bütün hayatın da ona göre şekillendiği bir yaşam kurgusuna sahip olduğunu varsayalım. Bu çocuğun gelecekteki endişeleri bir sorgulanamazlık perdesinin içinde babasından miras kalmıştır. Kast tarafından kuşatılmışlık ona ötesini haram kılar. Endişelerin bu toplumsal biçilmişliğe olan bağımlılığı da çocuğun bilinç dünyasına doğrudan tesir eder; o yalnızca rolünün gerektirdikleri üzerinde bir endişe duyar veya duymaz, ailesinin ve çevresinin endişe duyduklarına bir hassasiyet geliştirmiştir ancak.

Burada öznemizin çocuk olduğunu özellikle belirtmeyi gerekli görüyorum: öznenin çocuk oluşu onu düşünsel istemlerden çok büyük oranda berî kıldığı ve ona bir iradîlik izafe edebilmeyi ortadan kaldırdığı için sorgulanamaz süreçlerin onun dışında gerçekleşmiş oluşu kritik bir anlam kazanır ve yukarıda vurguladığım suçsuzluk hali ile onun yüz yüze bırakılmasına zemin oluşturur. Bu, çocuk masumiyetiyle sınırlı kalacak bir suçsuzluk değil, soramadığı, sordurulamadığı için bütün ömrüne yansıyacak zoraki, zorba bir uzaklıktır. Kast, çocuğun fiilleri üzerindeki belirlenmişliği onun bilincini tutsak etmek suretiyle gerçekleştirmiştir. Tutsak bilince bir suçun tanımlanması da mantık dahilinde izah edilebilir değildir. Örneğin çocuk, sınıfının insan öldürmeyi meşrulaştıran telkinlerini sorgulayamayarak büyür, bir erişkin olarak sınıfının gerçeklerine gösterdiği teslimiyet ile hayatını şekillendirir ve insan öldürmeye dair verili meşrulaştırıcılığa dair sorguyu hiçbir biçimde dünyasına al(a)mayıp onun hakikatliğini sürdürür. Burada alma durumundan çok alamama durumu söz konusudur; sistemin gelişimi içerisinde, çocukluktan itibaren, hayat içerisinde, eleştirel olan her şey tıkanmış, ötekiler öldürülmüş, hayal dünyaları mutlak kontrol altına alınmış, bilinçler kiralanmıştır ve öldürmenin kötülüğü üzerine yapılmasını beklediğimiz akıl yürütme en başından ve en keskin biçimde engellenmiştir. Çocuğun, büyümüş, akledebilen bir yetişkin olarak biçilmiş rolü üzerinde hiçbir eleştirel akıl yürütmede bulunamıyor oluşuyla karşılaştığımızda onun sorumluluğu olmaktan çıkan ve artık elden alınan iradîlikle birlikte bir şeyler için çok geç kalındığı zamanların zavallı sonuçları halinde tezahür eden, başlangıçtan ve öteden müdahalerle yüzleşmemiz gerekir, onun kendisiyle değil. Onun değişebilirliğini paylaşmak ve teslim etmek şartıyla söylenmelidir ki, o suçlu değildir, sistemin onaylayıcı ve yaşatıcısı olan, sormamakta bereket arayarak karakteristiğini edinmiş kudretli bir kolektivite suçludur.

Sorumlu, sorumluluğu, suçlu da suçluluğu yalnızca sınıfının penceresinden anlamlandırabildiği ve bu pencerelerin de ciddi bir çeşitlilik gösterdiği aşikar olduğu için neyin merkeze alınıp soru nesnesi yapılacağı yıkıcı bir görelilik arz eder. Kast her sınıfa uyguladığı mutlak ayrıştırmayı, sınıflara da aynı mutlaklıkta bir özerklik tanımlayarak kuvvetlendirmiştir: sınıflar kendi içlerinde neyi onaylayıp onaylamayacakları konusunda korkunç bir engelsizliğe sahip olabilirler, yapmaları gereken yalnızca sormamak, her şeyi verili olan üzerinden kurgulamaktır.

 

Leave a Reply