Bütün siyasi faaliyetlerin iki temel amaç taşıdıkları söylenir: sürdürmek (korumak da denebilir) veya değiştirmek. Sürdürme amacı muhafazakârlıkta vücut bulurken, değiştirme eğilimine sahip olan amaç devrimci bir ruh taşır. Bu iki durumu siyasi kültürün temel çizgileri olarak tanımlamak mümkündür. Siyasetin bu iki amaç çatışması ile ortaya çıkan faaliyetlerden, değerlerden, yaklaşımlardan ibaret olduğunu da söyleyebiliriz. Özellikle devrimler siyasi tarihin şekillenmesinde değiştirici rolü ile önemli bir konumdadırlar. Devrimlere olan bakış açıları da ciddi bir fikri literatür oluşturmuştur.
Devrimden ne anladığımız çok ciddi ideolojik ayrışmaların temeli olsa da, var olan düzenden duyulan memnuniyetsizlik noktasında bütün devrim algıları birleşebilir. Devrimler, tarihsel bağlamda etkileri en kuvvetli olan olaylardır ve dünyayı değiştirme potansiyeli açısından zirvede bir yere sahiptirler. Kimse İbrahim’in monoteist devriminden, Bruno’nun, Galileo’nun cüretkar karşıduruşundan, Fransızların şanlı ihtilalinden sonra dünyanın aynı kaldığını söyleyemez. Devrimler bu sarsıcı nitelikleriyle apayrı bir yerde duruyorlar. Bir rüya olarak adlandırmak mümkün devrimleri, derdi olan her düşünürün gerçekleşmesini en samimi duygularıyla arzuladığı bir rüya.
Vaktinde, Alman idealizminin tavan yaptığı, Hegel’in genç öğrencilerinin yepyeni bir düzen oluşturabilmek, bir uyanışın ateşini tutuşturabilmek için derin bir entelektüel uğraş içinde oldukları 1830’lu yıllar, devrim kavramının çok önemli bir konuma sahip olduğu yıllardı. Fransızların etkileri üzerine ne dense az kalacak olan büyük devrimleri haliyle Avrupa’da büyük bir heyecan yaratmıştı. Alman idealistleri de bu heyecanı en derinden hisseden, inanmış bir kitle olarak Almanların çok daha şanlı bir devrim ile tarih sahnesindeki şerefli yerlerini alacaklarını öngörüyor, sürekli bu kutsal olarak addettikleri ülkü uğruna düşünüyor, tartışıyor, yazıp çiziyorlardı.
Bu dönemin sonunda hemen hemen bütün Avrupa’yı, bilhassa da Almanya’yı ciddi bir şekilde etkisi altına almış olan 1848-49 devrimleri patlak verdi. Her ne kadar bu devrimler, hafife alınması zor bir şekilde etkili olmuşsa da, Mihail Bakunin bu devrimlerin, Fransız devrimleriyle karşılaştırılabilir dahi olmadıklarını söylemişti ve bu başarısızlık olarak gördüğü durum üzerinden önemli bir devrim analizi yapmıştı.
Bakunin Almanların bu başarısızlıklarını acıklı bir iflas olarak niteledikten sonra, bunun nedenlerini sayıyor ve Alman idealizmine, Alman devrim düşüncesine çok ciddi eleştiriler getiriyor. Almanların bu duruma düşmelerinde onların köklerindeki itaatkâr damarın etkisinden bahsederek bana göre biraz saçmalıyor olsa da, Bakunin’in devrimlerin yöntemi üzerine söyledikleri kesinlikle kayda değer gözüküyor.
Bakunin, metafizikten hayata yol olmadığını, soyutlamayla işe başlayanın onun içinde boğulacağını düşünen bir anarşist olarak Almanları yaşamdan kopuklukla suçluyor. Yaşamdan düşünceye değil, düşünceden yaşama geçmeye çalışan Alman idealisterinin de bu girdaba kapıldıklarını ve devrim adına güçlü bir varoluş sergileyemediklerini söylüyor. Bakunin, mantık dünyasından doğa dünyasına geçilemediğinin altını çizerek soyutlamalarla, düşünsel faaliyetlerle, maddeye hiçbir etkide bulunmadan, hayal dünyasında bir devrim rüyasının gerçekleşemeyeceğini belirtiyor ısrarla. Almanların işe daha en başından yanlış başladıklarından dem vuruyor.
Almanların başarılı olup olmadıkları muhakkak ki tartışmalıdır, yalnızıca Bakunin’in bakış açısından değerlendirmemek gerekiyor olayı. Burada, yukarıda da belirttiğim gibi önemli olan Bakunin’in bir başarısızlık olarak gördüğü bu olaylar üzerine temellendirdiği devrim düşüncesidir, onun bu materyalist devrim tahayyülü, günümüz Türkiye’sinde bir millet olarak ciddi bir devrimci potansiyele sahip olduğumuz gibi bir çıkarım yaptırması açısından önemlidir.
Biz aslında birçok yönden tam da Bakunin’in tasavvur ettiği devrimin insanlarıyız. Ciddi zihinsel süreçlerle, yüksek felsefî deneyimlerle ideal olanı tasavvur etme noktasında gayet kayıtsızız. Derin fikri bir altyapı oluşturma amacına girmeden, sadece var olan durumdan duyduğumuz memnuniyetsizlik duygusu ile vaktinde defalarca bir halk hareketi olarak bunu dile getirmişliğimiz olmuştur. İstiklâl mücadelesi bunun en açık örneklerinden biri sayılabilir. Gazi, bir filozof değildi, her şeyi ama her şeyi, her ihtimali yaptığı devrim öncesinden, felsefi temellere oturtarak planlamamıştı. Yani işe metafizikle başlamamıştı. Bakunin’in Almanları eleştirip Fransızları övdüğü o kırılma noktasından, hayatın ta kendisinden işe başlamıştı. Bugün onun yaşamdan düşünceye geçen devrimleri üzerine bina edilmiş bir ülkede yaşıyoruz.
Türkiye’de hemen herkesin bir şeylerin değişmesi yolunda fikir beyan ettiğine tanık oluyoruz. Kimse var olan düzenden memnun addetmiyor kendini. Bundan dolayı ki, mutlu halklar araştırmalarında iyi sayılabilecek sıralarda yer alamıyoruz. Bunu geniş ölçekte bir devrim ihtiyacının göstergesi olarak algılamak gayet mümkün. Başta eğitim, hukuk, sağlık, istihdam, dağıtım gibi hayati sistemlerde iyileşmenin, ilerlemenin ancak toplumsal bir hareketlenme ile gerçekleşebileceğini ve bunun da ülkemiz adına devrimlerin en güzeli olacağını düşünüyorum.
Biz aynı zamanda iletişimde, uzlaşıda, birbirimizi dinleme, anlama, birbirimize saygı gösterme noktasında da devrim ruhu taşıyan değişikliklere, kısaca Habermas’ın iletişimsel akıl olarak adlandırdığı o kavrayışa şiddetle muhtacız. Burada Bakunin’in, halk devrimi yaklaşımı ile birlikte, Alman idealistlerinin felsefi yaklaşımları da önemli bir yer tutuyor. Bu önemli ihtiyacı yalnızca kitlesel hareketlerle gerçekleştiremeyeceğimiz, çok ciddi entelektüel faaliyetlere de gereksinim duyacağımız ortadadır. Başka bir deyişle, doğa dünyası için göstereceğimiz çabayı, mantık dünyası için de göstermek durumundayız.
Sürdürmekten, sorgulamanın ruhundan uzak bir eda ile muhafaza etmekten bir şey elde edemiyoruz, edemeyeceğiz. İliklerimize kadar değişime ihtiyacı olan bir toplum olarak, rasyonel, yapıcı, uzlaştırıcı bir devrime duyduğumuz iştiyakın bize bereketli bir hareket sağlayacağını umuyorum. Son olarak, bir topluluğun kendi durumunu değiştirmedikçe, Allah’ın onlara verdiği nimeti değiştirmeyeceğini belirten ilahi beyanın (8:53) da bu devrimin Müslüman üyelerine çok şey söylediğini belirtmek isterim.
Toplum olarak gerçekleştireceğimiz bu kitlesel ve iletişimsel devrim, bizi tarihte bugüne kadar edindiğimiz yerden çok daha üst, çok daha değerli bir konuma çıkaracaktır.