Zola, Lacan ve Adaletin Samimiyet Yüzü

Bu toprakları felsefenin hikmetiyle değiştirmek, güzelleştirmek ve derinleştirmek için bütün ömrünü vakfeden Ahmet Cevizci’nin aziz ruhuna… O’ndan geldik, O’na dönücüleriz.

Germinal, Emile Zola’nın, Fransız maden işçilerinin grev öykülerini ele alan ve zamanında büyük etkiler yaratmış görkemli romanıdır ve Fransız Edebiyatı’nın en güçlü eserlerinden biri olarak kabul edilir.

Germinal’de her ne kadar etkileyici bir sosyalizm methiyesi okuyor, vicdan gündemimize bir süreliğine işçilerin perişan halini alıyor olsak da, Emile Zola, kendini çok da belli etmeyen ve tek taraflı yorum yapmamızın önüne geçecek olan müdahalelerle, eserini yalnızca duygusal anlaşılabilecek bir bağlamdan kurtarmıştır. Vicdanı merkeze koyup onun etrafında bir hakkaniyet çizgisi çizer Zola, sömürünün en zavallı kurbanlarından olan 19. yüzyıl maden işçilerinin durumunu belki de olabilecek en çarpıcı haliyle aktarır. Bunu yaparken çizdiği hakkaniyet çizgisinden kendisini beri tutmaz; okuyucusunun salt bir duygusallıkla meseleyi yanlış kavramasının önüne geçmek için bazı karakterlerini pek açık sözlü, bazı anlatımlarını pek objektif yapmıştır. Souvarine, Zola’nın bu ödevini gerçekleştirmek için kullandığı en önemli karakterdir. Toplanmış tartışmakta olan isyancı işçilere kızgın ve öfkeli bir edayla çıkışır; mücadelelerinin samimi olmadığını yüzlerine söyler, burjuvaya olan öfkelerinin zulme direnmek ve adaleti tesis etmek mücadelesinden ziyade kıskançlıktan ibaret olduğunu belirtir. İsyan ediyorsunuz der, çünkü, onların yerine geçmek istiyorsunuz; derdiniz adalet değil, kendi keyfiniz.

Bunu burada bırakıp muhterem okuyucunun affına sığınarak yine tekrar buraya dönmek üzere bir başka kısıma geçiyorum. Vaktinde Fransa’da, Lacan’ın paranoyak psikoz olarak nitelendireceği Aimée Olayı olarak bilinen bir saldırı vakası meydana gelir. Fail, psikanalizdeki önemli kuramlardan “deri-ben”in mucidi Didier Anzieu’nun annesi, Marguerite Anzieu, dönemin aktrislerinden Haguette Duflos’yu bıçaklamaya kalkmış, onu sahnedeyken öldürmeye teşebbüs etmiştir. Duflos bu saldırıdan kurtulur, Marguerite’den de şikayetçi olmaz, ona merhamet eder çünkü ağır bir psikoz ile karşı karşıya kaldığının farkındadır.  Marguerite, başarısız girişiminden ─ki bu onun çok büyük anlamlar yüklediği hayatî bir harekettir, sonra kendini kaybetmiş bir şekilde kontrol altına alınır, tedavisi başlar. Onu tedavi eden doktorlardan biri de Jacques Lacan’dır.

Lacan’ın 1932’de yayımlanan doktora tezi Marguerite üzerindeki incelemelerinden müteşekkildir. Onu tam bir yıl boyunca izlemiş ve gözlemlerinden psikiyatri literatürüne “kendini-cezalandırıcı paranoya” (la paranoia d’auto-punition) kavramını kazandırmıştır. Lacan, Marguerite’nin Duflos’ya saldırırken aslında kendi benliğine saldırdığını öne sürmüş, Marguerite’nin kendisini Duflos’yla özdeşleştirdiğini ve hayatından duyduğu memnuniyetsizliği ağır bir psikoza evirecek boyutta uçlarda yaşadığını iddia etmişti. Bu şiddetli memnuniyetsizlik egonun kendisini korumak istemesinin sonucu olarak başkasına yansıtılmış ve Marguerite’nin farkındalığının önüne set çekerek onu psikoz bir vaka haline getirmişti. Marguerite, yerinde olmak istediği, özdeşleştiği, hayali ve paranoyak bir zeminde oluşturduğu onlarca sebep yüzünden bedel ödemesi gerektiğine inandığı kişinin cezalandırılması için derin bir iştiyak duyuyordu ve nitekim bu iştiyakı onu eyleme yöneltmişti. Lacan bize Marguerite’nin bu kurgusunun tamamen kendisine yönelik olduğunu ve bu garip kadının oluşturduğu o hastalıklı dünyanın kendisinden başka aktörü olmadığını söyler. Marguerite, Duflos gibi güzel olmalıydı, onun kadar saygı görmeli, onun gibi özgürlüğe sahip olmalı, onun kadar ferah yaşamalıydı. Bütün bunlara kavuşamadığı her an onun psikotik dünyasının karanlığını yansıtan korku ve kaygı dolu dayanılması güç zamanlardı. Duflos’yu, yani kendisini, cezalandırırken bu yoğun korkulu ve kaygılı halden uzaklaşmak arzusu en büyük motivasyonuydu.

Lacan’ın bu incelemeleri, Souvarine’nin işçilere gösterdiği tepkiyle birlikte okununca ortaya hastalıklı bir ruhun amaçları ile samimiyeti arasındaki derin çizgiyi betimleyen muazzam bir resim çıkar. Souvarine, işçileri samimi olmamakla suçlarken Lacan’ın suretine bürünmüş bir halde analiz yapıyor gibidir. Karşısındakilerin Marguerite’den pek farkları yoktur çünkü; özdeşleştikleri burjuvayı cezalandırma istekleri, adaleti tesis etmek uğruna girişilmiş samimiyet dolu bir aksiyon olmaktan çok uzaktır. Kendi durumlarından duydukları hoşnutsuzluğu, –ki bu hoşnutsuzluk aslında haksız değildir, adaletin tesisini güçlü bir şekilde gerektirecek boyuttadır ve Marguerite’ninki gibi hastalıklı bir yapıda değildir, yerine geçmek istedikleri burjuvayı cezalandırarak, onları al aşağı ederek gidermeye çalışan işçiler aslında hedefe tıpkı Marguerite’nin yaptığı gibi kendilerini koymuşlardır.

Souvarine anarşist bir ruh olarak  işçileri adil olmaya çağırırken burjuvayı haklılaştırmaz; yaptığınız işte, uğruna canınızı ortaya koyduğunuz davanızda samimi olun, bir hasta gibi saldırgan ve sorumsuz davranmayın, adaletsizce adaleti talep etmeyin der. İşçilere mutlu olmayı hak etmediklerini söyleyecek kadar kızgındır. Kıskançlık ile değil, zulmün, adaletsizliğin kendisine direnmek için mücadele etmeleri gerektiğini ağır bir dille ifade eder. Lacan’ın bakışıyla, o işçilerin Souvarine’in gazabına uğramalarına neden olan samimiyetten uzaklıkları hastalıklı bir durumdan başka bir şey değildir. Özdeşleşilen ile kurulan ilişki adaletten uzaklaşıp intikam zemininde bir cezalandırma haline gelince ve bu durum psikotiğin fırtınalı ve karanlık dünyasında hayati bir yer edinince, hem Souvarine’in öfkelendiği işçilerin hem de Marguerite’nin hali iyice belirginleşir. Bu hal bize adaletten uzaklaşarak hayat bulan her adımın hastalıklı dünyasını anlatır.

Bu iki karşılaştırmanın politik bir zeminde okunması için pek çok haklı sebebimiz vardır. Farkında olunsa da olunmasa da bir şekilde özdeşleşilmiş olan ötekini, hakkaniyetten ziyade kıskançlıkla hareket ederek, yerine geçilip intikam ile yok edilecek bir nesneye indirgemek haklılık ölçütü olan adalet arayışını temelinden sarsar. Adalet üzerinde titizlikle korunması gereken hassasiyet, ideolojik buhranların karanlık engeliyle karşılaşır, uğruna Marguerite’nin gözü karalığına benzer bir şekilde mücadele edilen hedefler uğruna kurban edilir. Marguerite’nin kendini-cezalandırıcı paranoyası ideolojilerin salt hakikate sahip olmanın verdiği kibirle şekillenmiş ve uğruna her şeyin mübah kılındığı dava retoriklerinin özetidir. İşçilere hiddetle seslenen Souvarine muhataplarından bir titretme yapmak suretiyle samimi olmalarını talep ederken, onları radikalliğin getireceği adaletsizliklere karşı uyarır; onlara, hak davalarını sapmış ideolojik bir zeminde yozlaştırarak harcamamaları, hastalıklı bir saldırganlıkla hakikatten ödün vererek alçalmamaları gerektiğini söyler.

Politik radikallikte vücut bulan ve hayatın hemen her detayına sirayet edebilen bu psikozlu haller, farkındalık sınırına ulaşamayan mahiyetiyle her türlü toleranstan, ötekini anlamaya çalışmaktan ve yalnızca adaleti ayakta tutmak adına eylemekten çok uzaktır. Marguerite de, Souvarine’in işçileri de bize bu uzaklığı resmeder, yapılmaması gerekene dair ders verirler.

Leave a Reply