Oysa o gün çok heyecanlanmıştık. İlk defa bir Başbakan kendi iktidarı sırasında dahi yaşanmamış bir insanlık suçu için özür dilemişti. Ümit vardı belki de. Her yanı çirkin değildi siyasetimizin. Siyaset uzak durulması gereken bir alan olmaktan çıkabilirdi yakında. Devlet özeleştiri yapabiliyorsa herkes yapabilirdi. Yıllarca ‘ne yapıp ne yapamayacağımıza karar veren’ devlet dahi özür dileyecek bir konuma geldiyse herkes bunu başarabilirdi. Ancak işler hiç de beklediğimiz gibi gitmedi. Devlet, kafası karıştığı zaman gene bilindik reflekslerine geri dönerek bizim de kafamızı karıştıracaktı. Bugün genel anlamda hak ve özgürlükler konusunda ciddi ilerlemeler yaşadığımızı kimse göz ardı edemez. Ancak tam anlamıyla bir rahatlama olmadan ve bu rahatlama ‘sivil bir anayasa’ metniyle perçinlenmeden de kafa karışıklığımız giderilemeyecek.
Bugüne gelecek olursak, 4 Kasım 2013’teyiz ve siyasetimiz bir başka sınavı daha alnının akıyla vermeye muvaffak olamadı. 1999 yılında Merve Kavakçı’nın başına gelenlerin ardından meclisin bu sorunu; o kara lekeyi hala üstünde taşıdığını kabul ettiğini gösterircesine, sessiz sedasız ve fazla uzatmadan noktalamasını beklerdik. ‘Şanlı’ meclisimize yakışacak olan da buydu. Fakat meclisimiz, doğru adımlar atılırken, beyaz bir sayfa açılırken dahi bu sayfayı kirletmeyi, suyu bulandırmayı başardı. Ne olurdu bu adım sessiz sedasız bir biçimde atılsaydı? Ne olurdu başörtüsü, muhalefet milletvekilleri tarafından günah keçisi ilan edilerek hedef tahtasına oturtulmasaydı? Ve son olarak ne olurdu, Şafak Pavey kadın hakları savunuculuğunun, mevzu başörtülülere geldiğinde çıkmaza girdiğini hepimize yüzünde küçümser bir gülümsemeyle ilan etmeseydi?
Bu sorulara belki hiçbir zaman net cevaplar gelmeyecek. Ancak kesin olan bir şey varsa o da; millet olarak bir başkasının özgürlüğünü hala tam olarak içimize sindiremediğimiz gerçeğidir. Bunu mecliste net olarak göremediğimizi düşünenler varsa şu minvaldeki cümleleri es geçmiş olmalılar: ”Bugün tepki vermiyoruz çünkü bundan AK Parti’nin kazançlı çıkmasını istemiyoruz.” Evet, kendisini formatlamış, yenilemiş bir siyasi partinin sözcüsü böyle cümleler kurabiliyor. Bunun ‘ortam müsait olsa tepki verir, bu duruma izin vermezdik’ anlamına geldiğini anlamak için siyaset bilimci olmaya gerek yoktur diye düşünüyorum.
Ülkemizde zincirlenen, yasaklanan, meclisten ve hatta vatandaşlıktan kovulan başörtüsüne bugün özgürlük geldiğinde bazıları hala ‘evet bu bir özgürlüktür, her koşulda desteklenmelidir’ diyemiyorsa, şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gerekir. Meclisten beklediğim de yalnızca bunu yapmasıydı. Ya da fena mı olurdu, 1999’da ve 2007’de bu sınavı felaket bir şekilde verenler ülkemizdeki kadınların yaklaşık yüzde 70’ini oluşturan bu güruhtan bir ‘özür’ dileseydi. Veya Meclis onlardan ‘af’ dileseydi. Çok değil tam 14 sene önce bu insanlara ‘bu ülkede yaşayabilirsin ama Meclis’e girmeye kalkarsan burada barınma hakkını da elinden alırız’ denmemiş miydi? Tüm bu yaşananlardan sonra bir vekilimiz başörtülülere ‘sınıfın yeni çocuğu’ muamelesi yaparak, ‘istediğini aldın, şimdi bakalım inancının gerektirdiği her şeyi yapıyor musun?’ diğer bir vekil ise ‘istediğin oldu, ama şimdi diğer hak ihlallerine karşı mücadele verecek misin?’ diye sorabiliyor. Kim bilir belki de insan hafızası ‘hatırlamak istemediği olayları’ çabucak unutmaya çok elverişlidir. Bu yüzden değil midir ki Museviler ‘soykırımı’ filmlerle sürekli gündemde tutmaya çabalıyorlar, bu filmlerin bir anlamda insanların aynı hataları tekrar yapmasını engelleme görevi olduğu da unutulmamalı. Ancak ne yazık ki ‘Merve Kavakçı hadisesi’ gücü elinde bulunduranlar tarafından bazılarımıza unutturulmuş. İşte bunu engellemek adına sanat ve edebiyat camiası üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmelidir. Aynı hadise sanat ve edebiyat camiasındaki ana akım ideolojiye sahip birinin başına gelmiş olsaydı, bu insanın hayatı filmlerde ve kitaplarda mutlaka karşımıza çıkardı. Bu örnekte de görüleceği üzere Türkiye’deki eşitsizlikler yalnızca siyaset gibi alanlara yansımakla kalmıyor, aynı zamanda medya, sanat ve edebiyat gibi camialarda da bir zamanlar ‘devletin gerçek sahipleri ve savunucuları’ olanların sesi yüksek çıkıyor. Acıların ve yapılan hataların hatırlanması açısından Cumhurbaşkanı’nın Ahmet Kaya’ya verdiği ödülü de anlamlı bulmamak elde değil. Geçmişte Kürt sorunu, askeri vesayet, başörtüsü sorunu gibi sınavları başarıyla verememiş olanların birçoğunun bugün halen özeleştiriden uzak olduğu gerçeği; Ahmet Kaya ve Merve Kavakçı gibi sembol isimlerin yaşadıklarının herkese hatırlatılarak, bu yaşananlardan bir takım dersler çıkarılmasının ne denli önemli olduğunu ispatlar niteliktedir.
Ülkemizin 14 yılda uzunca bir yol kat ettiği aşikar, ancak kimileri başörtüsü gibi meseleleri hala özgürlükler kapsamında değerlendirebilmekten uzak gözüküyor. Öyle ki 31 Ekim günü başörtülü vekilleri adeta ‘sözlüye’ kaldıranlar, bir zamanlar olduğu gibi askerin ve yargının arkalarında duracağını bilseler nasıl bir tepki verirlerdi diye düşünmeden edemiyoruz. Bugün ne olursa olsun meclisimizin göstermiş olduğu göreli ‘olgun’ tavrı takdir etmek gerekiyor. Herkesin gördüğü üzere; ülkede ‘kaos’ ortamı oluşmuş, laiklik elden gitmiş, kıyamet kopmuş, gökkubbe üstümüze çökmüş, batı bizi bu yüzden dışlamış, muasır medeniyet hedefimiz kaybolmuş değil. Bunların tam aksine dün meclisimiz, üzücü bir biçimde Şafak Pavey ve Muharrem İnce’nin temsil ettiği CHP zihniyetinin de dahil olduğu, dünyadaki tüm oryantalist anlayışlara ve İslamofobik yaklaşımlara meydan okuyarak ‘laiklik-İslam’ sentezinin mümkün olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır. Biz gene de her şeyi hallettiğimizi düşünerek rehavete kapılmayalım, ne de olsa MHP milletvekili Ruhsar Demirel’in de söylediği gibi ‘bugün meclis adına olağan bir gündür.’