Kanlı Perde: AKP’nin Varlık Sorunu

Yıllardır tek başına iktidar olma alışkanlığını edinmiş bir siyasi parti olarak AKP, her seçim öncesi olduğu gibi son seçim öncesi de milliyetçi ve muhafazakar söylemini sertleştirerek ve bunların yanına son dönemdeki Orta Doğu başarısızlığını gizlemek adına mezhepçi söylemlerini de ekleyerek şaşırmadığımız bir tablo çizmişti. Tek fark, meydanlarda tek bir genel başkanla değil sözde iki farklı ses ile iki farklı statü ile temsil edilip, propaganda yapılmasıydı. Anayasanın bir kağıt parçası olarak bile değer görmediği, partilerin projelerinden çok rejimin tartışıldığı, terör ve ölüm tehditleri altında bir seçime gidildi.

Adeta bir hayal ticareti ürünü olarak ‘Yeni Türkiye’ söyleminin devletin tüm olanakları ve ek olarak yandaş medya desteğiyle pazarlandığı bu ülkede, seçim sonrası AKP’nin ilk yarası esas Türkiye ile karşı karşıya bıraktı bizi.

Bir hükümet krizinin yaşanacağı, koalisyon hükümetinin kurulmasının zor olacağı öngörülemez bir tablo değildi elbette. Ancak insan hayatıyla bu kadar hızlı ve cüretkar bir şekilde dalga geçilip yok sayılacağını beklemek herhangi bir zihnin önceden hazırlanabileceği bir durum değildi. En azından ben öyle düşünüyordum. Büyük bir yanılgıymış.

Şunu iyi anlamak gerekir ki AKP için seçim kaybetmek bir varlık sorunudur. Bir ideolojiden çok menfaat kümelerinin toplandığı bir parti olmak yalnızca kazancın sürdüğü bir ortamda varlığını sürdürebilir. Kaybetmek demek – ki bu kaybı salt iktidar kaybı olarak nitelendirmemek gerekir –  böyle partiler için kısa sürede yok olmak anlamına gelir. Menfaat kümeleri hiçbir zaman yok olmaz, sermaye her zaman kendine bir oyun alanı yaratır ve alternatiflerini korumak zorundadır. AKP kadroları ve başta da Cumhurbaşkanı bu gerçeği elbette ki çok iyi bildikleri için varlığı tehlikeye giren her organizma gibi en başta bu varlığı koruma altına almaya çalışır ve bunun için de her yola başvurabilir. Buradaki problem her hamlede insan hayatının masaya yatırılması ve tüm insani değerleri ayaklar altına almak suretiyle ilkesiz bir tutum sergilenmesidir.

Suriye’de özellikle ABD tarafından Esad’a karşı yalnız bırakılan Türkiye, Orta Doğu’da mezhepçi bir çizgiye gelerek karşı hamle olarak IŞİD tehlikesine karşı gerekli desteği sağlamıyordu. Ancak bu tehlikeyi dolaylı olarak büyüten ve herhangi bir göçmen politikası izlemeksizin sınırlarını kevgire çeviren Türkiye bu tehlikeyle karşı karşıya kalmıştı. Öte yandan ABD’nin bölgede desteklediği en önemli unsur olan Kürtlerle müzakere eden Türkiye hem bölgedeki varlığını her geçen gün kaybetmekte hem de masada Devlet üstünlüğünü yitirmekteydi. Uzun lafın kısası her türlü kaybeden bir hükümet söz konusuydu. Tüm bunlar yansımasını son seçimlerde özellikle de Doğu ve Güneydoğu’daki kayıplarla gösterdi.

Tüm bunların yanı sıra çift başlı yönetim problemi çeken bir ülke olduğumuz özellikle de çözüm süreci denen çok bilinmeyenli denklemin Cumhurbaşkanının sert tutumuyla seçim öncesi askıya alınmasıyla ayyuka çıktı. Bu şaşırtıcı değildi çünkü her seçim öncesi olduğu gibi oy kazanmaya değil, aldığı oyu korumaya yönelik bir tutum içerisinde olan iktidar partisi milliyetçi-muhafazakar söylemiyle kümelerini radikalleştirerek ayakta kalacaktı. Zaten yerini doldurabilecek bir muhalefet hareketi de çıkamıyordu. Ancak burada hesaba katılmayan nokta şuydu, bir süredir insanlar ölmüyor ve AKP’nin başarılı propagandalarıyla terörün bittiği veya en azından ciddi şekilde zayıfladığı düşünülüyordu. Oysa bunun karşılığı bölgedeki PKK ve fraksiyonlarının manevra alanlarını genişletmesiydi. Dolayısıyla seçim öncesi, Kürt siyasi hareketini temel alan HDP’nin artan desteğini ortadan kaldırmak adına çözüm sürecinin durdurulması ve milliyetçi söylemin öne alınması seçim sonrası kolay dönülebilecek bir hamle olmayacaktı.

Seçim sonrası Suruç olayı ile IŞİD’le burun buruna gelen ve bir anlamda ABD’ye karşı bölgedeki kısmi direnişini de kaybeden Türkiye’nin beklenmeyen kontrası ABD’nin bölgede desteklediği unsurlardan olan PKK’ya karşı yeniden mücadeleye girişmesiydi. Olayın ardından polislerin evlerinde öldürülmesini üstlenen PKK’dan bir hafta sonra çelişkili açıklamalar geliyordu. Buralarda tam olarak neler döndüğünü kestiremesek de sonuçlarını hepimiz yaşıyoruz.

Planın kendisi karmaşık ama işleyiş oldukça basit. ‘Analar Ağlamasın’ sloganıyla büyük bir kesimin desteğini alarak çözüm sürecini yürüten hükümet, bu süreci iktidarının en önemli başarılarından biri olarak pazarlamakta hiç geri kalmıyor iken bir seçim başarısızlığı üzerine Orta Doğu politikalarında da çökme yaşanınca varlık sorunu çekmeye başlamıştı. Herhangi bir koalisyonun içerisine girmek bu varlık sorununu çözebilecek bir durum yaratmıyor, aksine kısmi bir denetim sağlayarak hamlelerini daraltıyordu. Bu noktada daha önce çatışmalarla radikalleşerek iktidarını kuvvetlendiren AKP, terör sorununu canlandırarak bu radikalleşmeyi artıracak, koalisyon çabalarını bir istikrarsızlık örneği olarak halka sunacak, ekonomik sorunlar ortaya çıkacak ve bu kaos sonrası muhalefet boşluğundan yararlanan AKP, istikrarın tecrübeli temsilcisi olarak tek başına ortaya çıkabilecekti.

Şimdi bu planın çöküşü ve toparlanma çalışmalarına göz atalım.

Bölgede PKK, çözüm süreci boyunca gücünü artırmış, yaşanan otorite boşluğunda şehir kadrolarını güçlendirmiş, alt yapı çalışmalarıyla olası bir çatışmaya hazırlanmıştı. Nitekim, çatışmaların yeniden başladığı ilk günden beri devlet ağır kayıplar veriyordu. Tüm bunun sonucu olarak fiilen sıkıyönetim ve olağanüstü hal önlemleri alınıyor, çatışma iki taraflı şiddetleniyordu. Kısacası AKP hükümeti, varlık sorununu aşma pahasına iktidarının en önemli ürünlerinden birini yerle bir ediyor, karşılığında bölgesel gücünü ve önemini artıran PKK tarafından sert saldırılara maruz kalıyordu.

Bu sırada HDP

HDP, aldığı oyun bir kısmını seçim süreci boyunca kullandığı özgürlükçü ve barışçıl dile borçluydu. Bu süreçte en büyük bunalımı yaşayan partilerden biri oldu elbette. Kürt siyaseti ilk defa baraj üstü bir destekle parlamentoda temsil edilecekken çatışma yine siyaseti geri plana itiyordu. Bu durumda her ne kadar cılız seslerle barış dilini korumaya çalışsa da tabanından kopamadığı için yeterince sert bir şekilde savaşa karşı çıkamıyordu. Derken – onlarca insan hayatını kaybettikten sonra –  PKK’ya eylemlerini sonlandırması yönünde cesur bir çağrı yaptı HDP. Cesur muydu acaba? Yoksa çatışmanın herkes açısından bir kayıp olduğu aşikar iken iki taraflı gelen açıklamalar her an çözüm sürecinin yeniden canlanabileceğini mi söylüyordu? Ve HDP bunun işareti ile mi hareket ediyordu?

İlk olarak Cumhurbaşkanı çözüm sürecinin buzdolabında olduğunu söyleyerek her an tekrar başlayabileceği sinyalini veriyor, ardından onlarca ölü olurken beklediğimiz barışçı söylemini beklediğimiz şiddette bulamadığımız HDP, PKK’ya eylemlerini sonlandırma çağrısı yapıyor ve o güne kadar seçim sonrası HDP’yi ve özellikle de Demirtaş’ı şamar oğlanına çeviren PKK, oldukça olgun bir tavırla bu çağrıyı önemsediklerini açıklıyordu.

Tesadüflere inancımızı çoktan yitirdik. Oyun içinde oyunun kurallarını çözmeye çalışan bir halk olarak yalnız bırakıldık.

Bir siyasi partinin varlık problemi ve birkaç hırslı adamın kişisel menfaatleri uğruna ölmekten, öldürülmekten bıktık.

İnsan hayatı ile satranç oynama cüretini nereden buluyorsunuz bilmiyorum ama iktidarlar kaygandır. Ekonomik krizlerin ve ölümlerin olduğu ortamlarda halkı öngörmek zordur.

Son seçim anketlerinde de gördüğümüz üzere bu pis oyun istenen sonucu vermeyecek gibi gözüküyor. Ancak durum her an değişebilir. Çözüm süreci ‘buzdolabından’ çıkarılıp bir kazanç oyununa çevrilebilir.

Ne diyelim… Biz onlar gibi olmayalım. Yeter ki ölmesin insanlar, ölmeyelim.

Leave a Reply