-Ali ve Muhammed’in (282 ve 283) kıymetli hatırasına,
Gün geçmiyor ki bir haber daha vicdanımızı sızlatmasın.. Zulüm ki korkutmasın.. Ölüm ki üzmesin.. Dil ki dokunmasın.. Sükût ki yalnızlaştırmasın..
Zaman, her an yepyeni kargaşaları beraberinde getirirken, vicdan da insanı en kötüsüne alıştırmaya devam ediyor. Alıştıkça insan, ruhsuzlaşıyor. Ruhsuzluk ise tepkisizliği netice veriyor.
Gündem, kendi karmaşıklığında ve dağınıklığında sürerken Fırat ve Dicle, “ileri” ve “modern” toplumlarda haber değeri bile tartışılan elim olaylara şahit olmaya devam ediyor. Ortadoğu toprağı kanla sulanırken, canileşmiş ve vahşileşmiş insanoğlu kendisine dayatılmış bencilliğiyle uçuruma doğru sürükleniyor.
İnsan bu ya, “nisyan” kökünden geliyor. Unutuyor, unutuluyor, belki de unutmak istiyor. Unuttukça vicdanını rahatlatıyor, kendisini sağlama alıyor, yaptığını meşru kılıyor. Unutmayanlarsa, paslı zihinleriyle pisliklerini sağa sola saçıyor, kirli söylemleri ile bir “ileri” ve “modern” toplum üretiyor. Bu kalıp dışındakilere yaşam hakkı dahi vermiyor. Evet, fikirde dahi yaşamak onlara ağır gelendir.
İnsanın doğduğu ve büyüdüğü yer kutsaldır. İnsanı insan yapan, insanlığının farkında olma bilincidir. İnsan, “farkına varma” eylemi ile kendisini, diğerlerinden ayırarak hususileştirir. Zaten bu farklılık olmasa, insan olmanın ne manası vardı ki?
Ama maalesef bu farklılıklar, modern zihinlerde “düşman” veya “öteki” olarak görülüyor. Üretilen kalıba uymadıkları için, uyamadıkları için, uymaları mümkün olmadığı için yaşamalarına fırsat verilmiyor. Yaşamalarına fırsat vermemek illa öldürmek demek değildir. Zihinde, düşüncede “yok saymak”, öldürmekten beter. Ölüm, bir an iken bu düşünce insanı her gün öldürür.
Sadece bir örnek, 282 ve 283. Ailesi Musul’dan IŞİD canileri yüzünden Türkiye’ye kaçtı. Hani dedik ya insanın doğduğu, büyüdüğü yer onun için kutsaldır. Bu Türkmen aile için de Musul, Irak kutsaldı. Daha modern, ileri, zengin bir memlekettense burada yaşamayı sonsuza kadar tercih edeceklerdi. Terör örgütü IŞİD ise onların geçen yıl Musul’dan Türkiye’ye kaçmalarına sebep oldu. Islahiye’de çadır kentte yaşamlarını sürdürmeye gayret eden Esme Şıhla ve Ersed Biçare çiftinin hayalleri vardı. Siyam ikizleri dünyaya geldi, belki o an, o evlatlarını ellerine ilk aldıklarında dünyanın en mutlu insanıydılar. Dünyanın bütün yükü yok hükmündeydi onlar için. Adları Ali ve Muhammed olacaktı. Pirlerinin isimleriydi. Gerektiğinde Zülfikâr kadar keskin, gerektiğinde ise Muhammed kadar saf ve temiz olacaklardı. İnsanlığı diriltecek nefese sahip olmaları en büyük arzuydu.
Ama maalesef siyam ikizler hayata tutunamadı. Böyle bir dünyaya gelmeyi reddettiler belki de. Dünya bu kadar saflığı kaldıramadı. Birkaç saat arayla vefat ettiler. Ali ve Muhammed yerine isimleri 282 ve 283 oldu. Dünyada bırakılan son ize bile sahip olamadılar, mezar taşları yoktu. Islahiye mezarlığında 282 ve 283 kodları ile gösteriliyor mezarlıkları.
“İleri” ülkelerde ise haber değeri taşıyıp taşımadığı bile tartışılan bu olaya, genellikle küçük birkaç paragraf ayrıldı. Burası Ortadoğu toprağı ya; kan, gözyaşı, zulüm, terör, ölüm bu toprakların kaderiydi. Dayatılan düşünce sistematiği, bize bunu kabul ettirdi. Ölümler kısmen meşrulaştı, bu toprak insanı zulme alıştırılmaya çalışıldı.
Ama hayır, Ali ve Muhammed’e andımız olsun ki bu topraklarda ölüme, kana, bebek katliamlarına alışmayacağız. Alıştırmaya çalışanlara karşı mücadele edeceğiz. Çünkü biliyoruz ki alışırsak o bizim gerçekten kaderimiz olur.
Ali ve Muhammed’in aziz ve saf ruhları şad olsun.