Türkiye Cumhuriyeti Devleti, 21.yüzyılda yepyeni bir dış politika stratejisi ile bölge çapında ve uluslararası arenada lider olma amacını gütmeye başladı. Yüzyıllarca cihana hakim olma gayesini güden devletlerin merkezi konumunda bulunan Anadolu’nun tekrar merkez ülke konumuna yükseltilme hedefi, milletimizin gözünü kamaştıran ve içini gıcıklayan bir söylemdi. Bu söylemin ortaya çıkış felsefesi nizâm-ı âlemi sağlayarak tüm dünya insanlığına adaleti, huzuru ve emniyeti sağlamaktır. Dolayısıyla kullanılacak metot da yıkmak değil yapmak üzerine kurulu olmalıdır. Çünkü ortaya çıkması beklenen netice de bu istikamettedir. Ayrıca nizâm-ı âlem gayesi romantik hissiyattan uzak realist bir bakış açısı ile ikâme edilebilir. Bu son yıllarda güdülen dış siyaset stratejileri ise tamirden çok tahribe sebebiyet vermiştir. Realiteden uzak, ayakları yere basmayan hayalperestlik ile yönetilen küresel ve bölgesel ilişkiler çıkmaza girmek üzeredir. Oysa ki uluslararası politika geçici heveslere ve anlık coşkunluklara feda edilmemelidir.
Öncelikle “sıfır sorun” teorisi ile bölgesel ilişkiler tamir edilmeye çalışıldı. Bu girişim meyvelerini de kısa vadede verdi ve Türkiye bölgesinde söz söyleyebilen bir ülke konumuna yükseldi. En azından 20. yüzyıldaki tutukluk ve içe kapanmanın aksine dışa açık bir ülke görmek hem dünyanın hem de milletimizin takdirini gördü. Komşularla ve bölge ülkeleriyle sorunları çözmeye dayanan “sıfır sorun” teorisi, ülkemizin barışçıl adımlara öncü olmasına katkı sağladı. Fakat bu süreç maalesef kısa sürdü.
Kısa vadede artık “hakim devlet” refleksi ile hareket eden devletlularımız bir anda kendilerini bölgenin söz söyleme yetkisine sahip ‘ağabeyi’ gibi gördüler. Yıllar ve uzun yıllar sürmesi gereken bu süreç, onların gözünde 5-10 yılda yakalanmıştı. Tabii bünye bu kadar uzun bir mesafenin süratle kısa bir sürede kat edilmesini hazmedemedi. Etkinin tepkiye dönüşmesi çok zaman almadı. Vücut da aynı hızla tepkiyi ortaya koyduğunda olanlar oldu, aynı hızla geriye dönüş başladı. Hatta ve hatta yıkmak, yapmaktan daha kolay olduğundan dönüş daha da hızlı geldi. Şahsi kanaatim “sıfır sorun” politikası teorik açıdan ve ortak değerlerle olan münasebeti açısından verimli ve yapıcı bir duruş iken uygulamadaki uyuşmazlık ülkenin uluslararası statüsüne ciddi anlamda zarar vermiştir.
İkinci olarak ise belki de bu düşüşe su serpmek için ortaya atılan “değerli yalnızlık” terimi çaresizliğin başka bir ifadesi olarak göze çarpmaktadır. İlk kez İbrahim Kalın’dan duyduğumuz “değerli yalnızlık”, 21.yüzyıl küresel siyasetinde karşılığı olmayan bir ifadedir. Zira gittikçe küçülen mesafeler ve toplumları birbirine bağlayan iletişim ağının güçlenmesi devletlerin politik arenada tek başına karar almasına engel olmaktadır. Bu engel, milli bağımsızlığı tehdit eden bir üst merciden ziyade diplomatik tarafların mutabakatına dayanır. Yalnızca bizim devletimiz için değil, neredeyse tüm devletlerin karar alırken akılcı bir siyaset gütmesi ve diplomatik kanallarla beraber hareket etmesi bir gerekliliktir.
Örnek vermek gerekirse hükümetin Suriye politikası Esad’ın gitmesine dayanmaktaydı. Hatta ve hatta bir çok kere tekrarlanan açıklamada, süre de verilerek Esad’ın gideceği net bir şekilde söylendi. Lâkin hâlâ Esad’ın gitmesi bekleniyor. 2012 yılı Ağustos ayında dönemin dışişleri bakanı, bugünün başbakanı Sayın Ahmet Davutoğlu “Artık bu süreci yıllarla ifade etmek yerine aylar veya haftalarla ifade etmek gerekir.” demişti. Tabii bu sürecin bu kadar kolay biteceği zannını besleyen yönetimimizin bu politikası da çökmüştür. Hükümet muhaliflere silah verme gerekliliğini ifade ederken müttefikimiz olarak ifade edilen ABD bile Türkiye’nin bu kanaatinin aksine Rusya ile diplomatik yolların kullanılması gerektiği görüşünde birleşti.
Bu ikinci adımın da külliyen yanlış olduğunu ifade etmek elbette abestir. Esad’ın zulmünün savunulacak bir tarafı yoktur. Bu, bir insanlık sorunudur. Buna sessiz kalmamak icap eder. Fakat devlet mantalitesi “dedim, oldu!” şeklinde işlemez. Realiteler ciddi şekilde analiz edilerek, bu realitelere bina edilen dış politika stratejileri geliştirilmeli. Hayal kurmalı, fakat hayalperest olunmamalı. Bu konjonktürde kolayca müdahale edebileceğimiz bir Ortadoğu yok. Kısa vadede de gözükmüyor. Bunun için değerlerimizi ve realiteleri dengeli bir şekilde işleyerek devlet stratejileri geliştirilmeli. Mısır’da, Suriye’de ve diğer Ortadoğu ülkelerinde de değişim isteniyorsa bizim onlara karşı tavrımız aceleci olmamalı. Bir anda o devletlerin karar alma mekanizmalarına müdahale etmek bölgede bizi yalnızlaştırır. Akabinde de “Bizim yalnızlığımız değerli.” diyerek ancak kendimizi kandırır ve avamca bir tabirle “züğürt tesellisi” ile avunuruz. Küresel siyasette komşularıyla “sıfır ilişki”nin ve dış ilişkilerde “kavgacı bir tutum” sergilemenin akılcı bir karşılığı yoktur.
Ayrıntı için bkz: