Türkiye’de 2007’ye kadar darbeler ve muhtıralar sürekli siyasete yön verme amaçlı kullanıldı. Bunun sürekli olması ve yapıldığı dönemlerde belli kesimlerden destek görmesi de bu müdahalelerin gelenekselleşmesinde etkili oldu ve bu gelenek genel çapta bir kanıksamaya da sebep oldu. Fakat, bu birikimin sonu, başta da dendiği gibi 2007’de geldi. AKP’nin ve bazı sivil toplum kuruluşlarının 27 Nisan e-muhtırasına karşı birlikte sert duruşu, tokadın muhtıra verenlerin ve destekleyenlerin suratında patlamasını sağladı. Bu, Türkiye’nin artık halka rağmen değil aksine halk ile yönetildiğinin ortaya konduğu en önemli resimlerden biri oldu. 27 Nisan’dan bu yana ise rüzgâr tamamen tersine dönmeye başladı ve muhtıra ve darbe destekçileri, kimine göre Kemalistler toplumdaki saygınlıklarını iyiden iyiye kaybetmeye başladılar. Cumhuriyetin fahri sahipleri artık ötelenmiş insanlar olma durumuna kadar geldiler. Onların bıraktığı boşluğu ise dini hassasiyetleri yüksek, dindar veya muhafazakâr denen grup doldurmakta bir beis görmedi. Bunun oluşturduğu travma daha atlatılmadan PKK ile başlayan müzakereler de cumhuriyet sahiplerine büyük bir darbe etkisi yarattı. Bağdan gelenler şehirdekileri yeni kovmuşken, şimdi de tabiri caizse dağdan gelenler (tabii ki de kasıt Kürtler değil, PKK’lılar) kendilerine yeni yerler bulacaklar. Bu durum da -Kemalistler diyelim- Kemalistleri bir anda kendilerini 3. sınıf hissetmelerine sebep olacak gibi görünüyor.
Türkiye’de yaşanan bu değişim çok sağlıklı bir şekilde ilerlemese de en önemli problemlerden biri olan PKK-Devlet çatışmasının sona ermesini sağlayabilir ve görünen de o yönde. Öcalan’ın realist analizleri ve mütevazı talepleri “bölücü başı’ndan” “birleştirici başı’na” doğru evirilmesini sağlayabilir. Bu evrim ise yeterince açık zihinle bakıldığında ülkede yaşayan bireylerin tümü için faydalı olacaktır. 28 Şubattan bu güne bakıldığında alınan mesafenin, ne kadar aksak olsa da, hayrete düşürecek bir seviyede olduğu yadsınamaz. Şu andan sonraki süreçte de hedefin liberal demokrasi olduğu varsayılırsa, bunun yanında gelmemesi imkânsız olan ekonomik ilerleme ile birlikte orta ve uzun vadede her açıdan refah seviyesini yükseltmiş bir ülke olarak Türkiye’yi görmemiz mümkün olabilir. Tabii, hedefin liberal demokrasiden ziyade salt demokrasi olması bu gelişmenin hızını ve niteliğini düşürecektir. Bu da mevcut hükümetin yozlaşmasının getirdiği keyfi bir bedel olarak tüm bireylerin ödeme zorunluluğu olduğu bir durum yaratıyor. Bütün bu sıkıntılı ve görece otoriter hükümete rağmen, devam etmekte olan barış görüşmeleri süreci umutlanmamızı sağlıyor.