Klasik bir metot vardır; bir uluslarası sonuç doğuran eylemin failine ulaşmak için, eylem kime yaradı diye bakılır. Sonucu kimi işaret ediyorsa; o unsurun planlayıcı olması mantıklı görünür. Bir fikir sahibi yapar bu metot bizi ama ben her zaman doğru sonuca ulaştıracağından emin değilim. Çünkü bu mantık öncelikle planlayanın tüm koşulları doğru ayarlayıp, eylemi tam istediği şekilde sonuçlandırdığı ön kabulünden yola çıkar. Bu gerçekleşmesi çok zor durumun her seferinde gerçekleşeceğine dair sarsılmaz inanç da, dünyayı yöneten sarsılmaz güç odaklarının varlığına dair paranoyanın bir ürünüdür. Malumunuz olduğu üzere geçtiğimiz hafta Ankara’da hala tam sonuçlarını öngöremediğimiz bir suikast gerçekleşti ve Rusya’nın Ankara büyükelçisi bu saldırıda hayatını kaybetti. Olayın vuku bulduğu ilk andan itibaren teoriler havada uçuşuyor. “Kimin işine gelir?”den, “kim yapabilir?”e kadar her soru; her yazıda ve tartışma programına konu olmuş durumda. Ama ben kim kullanabilir sorusuna eğilmek istiyorum biraz.
Hitler’in ne yaptıysa Yahudiler için yaptığı yönünde bir komplo teorisi var. Katliamların ve doğrudan Yahudilere yönelik tehdidin hiçbir gücün yerinden oynatamayacağı müreffeh Yahudileri, insan azlığından devlet haline gelemeyen bizim sonradan İsrail devleti sınırları olarak tanıyacağımız topraklara göçe zorladığını belirterek, Hitler’in saldırgan tutumunun aslında sadece üstün devlet kurma idealine, vaad edilmiş topraklar saplantısına dayandığını tartışmaya açıyor. Bu mantıkla başka örneklere mercek tutalım. Mesela demokratik Türkiye’nin kuruluşuna neden olan süreci başlatan Yunan işkalcilerin amacının aslında bağımsız Türkiye olduğunu da; bu çerçeve içerisinde iddia edebiliriz. Pek kolayca bir Yunan komutanın soyundan Türklük devşirip; bu bağdaştırmayı temellendirebiliriz. Hatta isterseniz abartalım biraz. Top yekün bir saldırıyla tüm Hristiyan Avrupa’yı karşısına alan Osmanlı da her şehri ayrı bir sebeple, başka bir şehriyle çatışacak bir ortam yaratan Avrupa Hristiyanlarını birleştirdi. Eğer bu sonuç ortaya çıktıysa; Osmanlı’nın bu toplumu tek çatı altında toplama gibi bir amacı olduğundan söz edilebilir mi?
Örnekler böyle uzar gider. Olayların ne sonuç doğuracağını teşebbüs edenin niyeti değil, etki altındakilerin refleksi tain eder. Her soykırıma uğrayan halk sıkı saf olup, sağlam bir devlet kurmuyor. Kaç bin yıl öncenin yokluğunda harmanlanmış bu tümden gelimci anlayışı, sade bir vatandaş olarak dostlarımla siyaset konuşurken kullanabilirim. Ancak her sözü başka diplomatik sonuçlar doğuracak devlet adamlarının bu lüksü hiçbir zaman yoktur. Peki koşulları lehine çevirmekte usta devletimiz, bu suikastin ardından nasıl bir tutum aldı?
Muhtemelen Suriye iç savaşına dair ilk net konum alan ülke Türkiye. Suriyeliler dâhi bu kadar hızlı saf seçmediler. Açıktan var olan yönetime cephe alıp muhalifler motive edildi. Bu politik bir tercihtir; doğrudur yanlıştır, ama tercihtir. Şimdi tablo tersine döndü; ki bunu ben söylemiyorum, Moskova’daki üçlü güvenlik zirvesinde savunma bakanımız söyledi. Lakin bu da bir politik tercihtir. Etiktir, değildir; bu başka bir tartışma ama devletler saf değiştirebilirler. Tarihte dünya savaşında taraf değiştirmiş devlet örneği var, alınan tavır değişiklikleri bazen hayati olabiliyor. Malum Sayın Davutoğlu’nun Dışişleri Bakanlığı’yla başlayıp Başbakanlık’tan istifasına kadar gelinen süreçte, izlenen dış politika ve alınan kararlarda sabit bir dayanak vardı: Bölge halklarıyla ortak yönlerimizi öne çıkararak bölgede güç sahibi olmak. Alınan kararların bölgeyi ne kadar doğru okuyabildiği tartışabilir ama bu sabit anlayış Türkiye’nin her hamlesini tahmin edilebilir kıldı. Ortak yönlerin fazlalığı üzerinden destek verme ya da düşman kabul etme yolunu seçmek ve bunu açıktan söylemek ortak yönleriniz olan her gruba açık çek vermekti ki hala bu çeki o gruplar evire çevire kullanıyorlar. Aynı zamanda bu mantığın düşmanımız kılabileceği unsurlara da her senaryoda Türkiye’nin tercihlerini tahmin imkanı sağladı. Bu da bizi bu sabit eksenli plandan dönmeye zorlayan şey oldu zaten.
Ancak söz konusu dönüşüm başka bir sabit plana değil; günün gerekliliğine göre tepkiyle alınmış bir karar gibi görünüyor. Çünkü Türkiye ilk baştaki tutumunun tam aksine, her uluslarası krizde günlük basit çıkarı doğrultusunda hamleler yapmaya gayret ediyor. Bunun en somut örneği hatırlarsanız Mavi Marmara ekseninde İsrail ile ilişkilerdi. İlk yıllarda bütünüyle manevi değerler doğrultusunda kararlar verilirken, bu günlerde iş tam tersine döndü ve bu değerleri devlet tümüyle yok sayıyor. Bildiğiniz üzere dava düşürüldü ama buradaki problem, bu yapılırken hükümetin tavrını daha başında açıktan ortaya koymaması ve tarafları incitmeme çabası olmamasıydı. Hatta gemiyi oraya gönderenlere: “Sizin hatanızdı” bile dendi.
Şimdi bir benzerini Suriye iç savaşına dair tutumumuzda gözlemliyoruz. Katı rejim düşmanı Türkiye, Halep’teki operasyonu meşru bulduğunu deklere etti. Tekrar ediyorum: Bunların tümü politik tercihler. Benim sorun ettiğim kısım bunların çok tahmin edilebilir ve sığ temellere, sebeplere dayanıyor olması. Saldırı gerçekleştiği an Rusya’nın bizden belli tavizler alacağı açıktı, ancak olay bununla kalmadı. Ortak akıl, saldırıyı anında Türk – Rus ilişkilerini bozmaya yönelik algılayıp tam tersine meyletti. Yani yine niyeti okuyup, ne isteniyorsa tersini yapmaya yöneldik. Her olayda devlet refleksimizin en temel sorunu bu önceden niyet okumadır. Kim ne niyetle yapıyor olursa olsun, biz gerçekleşenlerin görünür ilk sonucuna doğrudan atlıyoruz. Gerçekten birileri Türkiye üzerinde oyun oynamak istiyorsa yapmaları gereken basit: İstedikleri sonucun tersi yönde okunacak bir niyette görünen bir eylem organize edip Türkiye’nin dik duruşunu sabırla izlemek. Çıkarlarımıza yönelik açık dış tehditler olduğunu iddia ederken, en acemi komplo teorisyeninin dahi kolayca öngörebileceği ani tepkilerle süreç yönetiyor olmamız çok ama çok riskli. Tabii olarak bu yönelim, halkın verilen kararların dayanağına olan güvenini de sarsıyor. Açıkçası Türkiye’nin aldığı kararların çok da uzun vadeli hesaplamalara dayandığını düşünmüyorum ve ülkemin bu kadar ani kararlara dayalı bir anlayışla, bu kadar düşük düzeyde bir tahmin edilebilirlikle yönetilmesinden endişe duyuyorum. Ne diyelim? İnşallah vardır bir bildikleri.