Güvenlik sorunları denince aklımıza ilk gelen kelimelerden biri olan terörizm bulunduğumuz asrın belki de bir tür vebası sayılabilir. Nerede, nasıl, ne zaman ve kim tarafından belli olmayan bir şekilde insanların mallarını dahası canlarını tehdit eden bu salgın hastalık tanımlanması güç bir yapıya sahip. Her ne kadar bazıları Terörizmi ve oluşturduğu sorunları bir tür insani suç olarak görüp kabul etseler de bazılarına göre terörizm bir çeşit savaş durumu olarak adlandırılmakta. Fakat iki kutbunda ortak noktada birleştiği bir nokta var ki o da terör faaliyetlerindeki temel amacın güç hiyerarşisinden tatmin olmayan tarafın, bu dengeden tatmin olan tarafa saldırması ve bu yolla da meşruiyet devşirip tüm hiyerarşiyi yeniden düzenlemeye çalışması durumu. Güncel bazlı düşündüğümüzde her ne kadar karmaşık görünüyor olabilse de hemen hemen tüm terör faaliyetlerinin altında yatan sebep toplumda yer alan siyasal hiyerarşideki memnuniyetsizliğin şiddet araçlarının kullanımı üzerinden dışa vurumudur. Bu noktada, bazen bu dışa vurum kendini etnik duygularla temellendirebiliyorken bazen de, konjonktüre bağlı kalarak, daha faklı bağlarla, örneğin din gibi, temellendirebilir.

 

Bu bağlamda Al Kaide son gruba verilebilecek en iyi örneklerden biri. Din üzerinden, dini kendine politik bir araç kılarak şiddet yollarına başvurup siyasi çıkar temin etmeye çalışan bu örgüt 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirdiği eylemle Amerika’yı derinden sarstı. Her ne kadar aradan bunca zaman geçmiş olsa da hala daha pek çok Amerikalının zihninde yer kaplayan bu olay üzerine yazılmış türlü makale ve belgesel mevcut. Fakat bunlardan biri, The Oath (2010), örgütün içinde zaman geçirmiş, kendi akrabaları da dahil olmak üzere pek çok insanı örgüte kazandırmış ve örgüt lideri olan Usame Bin Laden’in  korumalığına kadar yükselmiş olan Abu Jandal ya da diğer adıyla Salim Ahmed Hamdan’ın hayatını konu alıyor. Bu yazımda  belgeselden gözüme çarpan bazı kesitlere atıfta bulunarak, radikalleşmenin nasıl gerçekleştiğini, terör faaliyetlerini gerçekleştiren bu insanların nasıl bir düşünce tarzına sahip oldukları gibi sorulara yanıt aramaya çalışacağım.

 

Öncelikle belirtmek gerekirse Salim Ahmed Hamdan ya da kod adıyla Abu Jandal 1997-2000 yılları arasında, Bin Laden’in korumalığını yapmış biri. 11 Eylül’den sonra tutuklanan Hamdan bu olayla ilgili herhangi bir bağının bulunmadığının ispatlanması üzerine serbest bırakılmış. Belgeselin çekildiğin dönem Yemen’de taksicilikle geçimini sağlayan bu eski Al Kaide üyesi, belgeselde zaman zaman Arap televizyonlarına  röportaj verirken zaman zaman  Poitras’ın sorularına yanıt verirken zaman zaman da evine gelen gençlere nasihat verirken gözlemleniyor. Dikkatimi çeken ilk sahnelerden biri de Hamdan’ın etrafına toplanan bu gençlerin ona sorduğu sorular ve onun bu sorulara verdiği cevapları içeren bir kesit. Örneğin bir gencin sorduğu, 11 Eylül saldırılarının faillerinin bu kadar kişinin ölümünden sorumlu olup bu durumla nasıl başa çıktıkları sorusu pek çoklarına göre merak edilen bir durum. Hamdan’ın bu soruya verdiği yanıtsa daha çok ilgi çekici. Hamdan’a göre nasıl ki Amerika Afganistan’ı ya da herhangi bir ülkeyi işgal ettiğinde oradaki masum insanları öldürebiliyorsa, aynı şekilde bu olayın failleri de Amerika’daki masum insanları öldürmüşlerdi ve kendilerini böyle savunuyorlardı. Dahası bu yolla, Amerika’yı, tarihlerinde olmadığı kadar küçük düşürmüşler, aslında o kadar da güçlü olmadıklarını göstermişlerdi.

 

Gene gençlerle toplandığı diğer bir sahne de Hamdan, bu sefer Al Kaide’nin farklı bir yüzünü işliyor, örgütün amacının aslında sadece cihat olmadığını,  işgal sona erdiğinde Al Kaide’nin aslında nasıl daha farklı bir yol planladığından bahsediyor. Bin Laden’den alıntılar yaparak desteklediği argümanlarda, Hamdan, örgüte göre tüm bu işgal sona erdiğinde toplumun doktora, mühendise, hakime de ihtiyacı olacağından ve bu mevkilere insan yetiştirilmesinin de birer zaruret olduğunun Al Kaide içinde bilindiğinden bahsediyor.

 

Son olarak bahsedeceğim ilgimi çeken sahne ise aslında üzerinde pek çok tartışma yapılmış ve yapılagelen konulardan biri. Al Kaide’nin gelecekte silah bırakıp barışçıl bir siyasi organa dönüşüp dönüşemeyeceği soruluyor Hamdan’a. Hamdan’nın bu soruya verdiği cevap gene çok ilginç. Ona göre, Al Kaide gücünü şiddetten alan bir organizasyon ve eğer ki örgüt bu fonksiyonunu kaybederse, yani daha barışçıl bir açılımda bulunup kendini legal bir siyasi yapıya dönüştürürse, eskisi kadar güçlü olmayabilir. Şiddetin örgüte kazandırdığı bu prestij olası bir barışçıl açılımda kaybedilebilir ona göre.

 

Selim Hamdan şu an Yemen’de yaşayan geçimini taksicilikle karşılayan ve terörizmden elinden geldiğince uzak kalmaya çalışan biri. Belgeselde geçen, birkaç örnek vererek bahsini ettiğim soru-cevaplar, geçmişte Amerika’ya pek çok problemler açmış Al Kaide terör örgütü liderinin korumalığını yapmış birinin, bu yapının içindekilerin nasıl düşündüklerini anlamamız açısından bize önemli ipuçları sunuyor. Örgüt içi radikalleşmenin nasıl gerçekleştiği, eylemlerin meşruiyetinin örgüt içinde nasıl sağlandığı gibi pek çok soruya Hamdan’ın verdiği cevaplar aslında terörizm ne kadar da zor bir alan olduğunu bizlere tekrar gösteriyor.

Leave a Reply