Siyaset bilimciler dünyada demokratikleşmenin üç dalga halinde gerçekleştiğini kabul ederler. Birinci dalga, 19. yüzyılın başından 1. Dünya Savaşı’na kadar olan yüz yıllık süreyi kapsar. Gelişmiş ve sanayileşmiş devletler bu dönemde demokratikleşme süreçlerini gerçekleştirdiler, veya buna başladılar. Bu dalgaya, Batı Avrupa ve Kuzey Amerika devletleri ile Japonya’yı da katabiliriz. İstisnai bir örnek teşkil eden Japonya’yı dışarıda tutarsak, bu devletler Rönesans, Reform ve Aydınlanma Çağlarının düşünsel birikimine sahip olmanın yanı sıra, sanayi devriminin de başlangıç ve ilk yayılış noktaları olmuşlardır. Uzun süre izolasyonist bir politika izleyen Japonya ise, 1868 yılında gerçekleştirdiği Meiji Restorasyonu ile dış dünyaya kapılarını açtı. Bu ülke daha sonra hızlı bir Batılılaşma ve modernleşme süreci geçirdi. 1885 yılında bir kabine sistemi kuruldu ve 1889’da ülkenin ilk anayasası imparatorun armağanı olarak kabul edildi. Anayasa, çift kamaralı ve sınırlı oya dayalı bir meclisi öngörüyordu. Demokratikleşmenin ikinci dalgası olarak 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem kabul edilir. Bu dönemde demokratikleşme ile dekolonizasyon el ele yürümüştür. Çünkü öncesinde dünyanın büyük bir kısmı Avrupalı devletlerin kolonisi konumundaydı ve egemenlik haklarını başka bir devlete vermiş bir ülkede demokrasiden söz etmek mümkün değildir. Kolonici güçler kendi evlerinde demokrasiye sahiplerdi ancak bu sistemin kolonilerde uygulanmasına hiç de sıcak bakmıyorlardı. Her ne kadar özyönetim yönünde bazı adımlar atılmışsa da, bu ülkeleri merkezden atanan genel valiler ile idare etmeye devam ediyorlardı. Böylece bu ülkelerde başlayan ulusal kurtuluş hareketleri, demokratikleşmenin önündeki en önemli engel olan yabancı yönetimini ortadan kaldırıyordu. Bu kategoriye Afrika ve Asya’da 1947-1970 arasında bağımsızlıklarını kazanan birçok devlet girer. Fakat demokratikleşmenin önündeki en önemli engellerden birinin kalkması, otomatik olarak demokratikleşmeye yol açmadı ve bu ülkelerin birçoğu otoriter devletler olarak kaldı. Üçüncü dalgayı ise ikiye ayırarak incelemekte fayda var. Çünkü bu dönemde demokratikleşen devletler ciddi bir niteliksel farka sahip. Birinci grupta demokratikleşme, askeri diktatörlüklerin yıkılmasının ardından sivilleşmenin yaşanması ile gerçekleşti. Soğuk Savaş kapsamında, sosyalist hareketlerin tehdit olarak görüldüğü birçok ülkede ABD destekli askeri diktatörlükler kuruldu. Bu ülkelerde siyasi özgürlükler ciddi biçimde kısıtlandı ve devlet güvenliğine tehdit olarak görülen gruplara karşı insan haklarına uymayacak şekilde bir baskı uygulandı. Soğuk Savaş’ın yumuşaması ile birlikte askeri yönetimlere olan talep azaldı ve sivil hükümetlere geçildi. İkinci grup ise çoğunlukla Doğu Bloğu veya Bağlantısızlar Hareketi mensubu devletlerden müteşekkildir. 1990 yılında Berlin Duvarı’nın yıkılışı ve 1991 yılında Sovyetler Birliği’nin çöküşü ile birlikte bu devletlerde çok partili hayata ve piyasa ekonomisine geçiş yaşandı. Bazıları 2010’lu yılların başında Kuzey Afrika ve Güneybatı Asya’da yaşanan Arap Baharı’nın yeni bir demokratikleşme dalgasına yol açabileceği öngörüsünde bulundular. Fakat, bugün gördüğümüz üzere bu hareketlerin çoğu ya otoriter iktidarları devirmekte başarısız olmuşlar ya da bunların yerine yenilerinin gelmesini engelleyememişlerdir. Dolayısıyla demokratikleşmenin dördüncü dalgasından söz etmek şimdilik mümkün görünmemektedir.
Peki Türkiye sayılan bu dalgaların hangisinde yer almıştır? Okuyucular Türkiye’de, her dalgada yaşananlara benzer süreçlerin yaşandığını fark edebilirler. Fakat demokratikleşme anlık bir olay değildir. Bu uzun bir adaptasyon ve evrim sürecidir. Demokrasinin standartları zamanla değişir ve kendini demokratik kabul eden devletlerin bu değişime uyum sağlaması beklenir. Örneğin yüz yıl önce genel oy hakkı demokrasiler için oldukça yeni ve tartışmalı bir unsurdu, siyasetçiler arasında henüz üzerinde görüş birliği olmayan bir konuydu. Bugün ise genel oy hakkı demokrasilerin vazgeçilmez bir unsuru haline gelmiş, varlığının gerekliliği üzerine bir konsensüs sağlanmıştır. Sonuç olarak, yeni demokrasiler ile birlikte eski demokrasiler de demokratikleşme sürecini sürdürürler, kendilerini reforme ederler ve çağa ayak uydurmaya çalışırlar. Ayrıca oy tabanlarında yükselen yeni talepleri ve şikayetleri hesaba katmak ve bunlara yönelik politikalar geliştirmek zorundadırlar. Yine de bu üç dalgalı şema içinde, devletler ilk demokratikleşmeye başladıkları tarihe göre sınıflandırılırlar. Buna göre 1950’lere kadar güney eyaletlerinde renkli ırktan insanlara karşı ayrımcılık uygulayan ABD, yine de demokratikleşmenin ilk dalgası içinde gösterilir. Veya uzun süreli diktatörlükler yaşayan ve ancak 2. Dünya Savaşı’nın ardından tekrar demokrasiye dönebilen Almanya ve Japonya gibi ülkeler de birinci dalgaya dahildirler.
Türkiye’nin ilk demokratikleşme çabalarını 1876’dan başlatabiliriz. Tanzimat döneminde Bab-ı Ali’de merkezileşen iktidara ve hızlı modernleşme girişimlerine karşı Genç Osmanlılar, 1860’ların sonundan itibaren bir anayasanın ilanı ve parlamentonun toplanması anlamına gelecek olan “meşrutiyet” için mücadele ediyorlardı. 1876 yılında Abdülaziz’e karşı bir darbe gerçekleştirildi ve yerine 5. Murat geçirildi. Murat meşrutiyete sempatiyle yaklaşan bir veliaht olarak tanınıyordu fakat çok geçmeden akli dengesini yitirdi. Yerine geçen 2. Abdülhamit Kanun-i Esasi’yi ilan etti ve böylece aynı yıl içinde 1. Meşrutiyet dönemi başlamış oldu. Bu, çok geç bir tarih değildir zira Avusturya-Macaristan Anayasası’ndan dokuz yıl sonra ve Japonya Anayasası’ndan üç yıl önce ilan edilmiştir. Anayasa meclise oldukça dar bir yetki alanı tanıyordu ve buna karşılık sultana, istemediği kişileri sınırdışı etmek gibi haklar veriyordu. Hükümet meclisten kaynaklanmıyordu ve sadrazam hala sultan tarafından atanıyordu, meclisin güvenoyu verme hakkı yoktu. Meclis-i Mebusan’da siyasi partiler mevcut değildi ve mebusların herhangi bir yasama tecrübesi yoktu. Buna rağmen cüretli davrandıkları da oluyordu ve her şeye rağmen bu temsili ve ulusal bir meclisti. Anayasada sultanın haklarının tanımlanması, her şeyin hakkı olmadığını gösteriyordu. Meclis, 93 Harbi’nin yönetilmesi hususunda Abdülhamit ile ters düştü ve 1878 yılında fesh edildi. Türkiye’nin ilk demokrasi girişimi oldukça kısa sürdü.
1908 yılında, yıllardır meşrutiyetin tekrar ilanı için mücadele eden İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin subay mensupları Makedonya dağlarına çıkarak isyan ettiler. İsyanı bastırmak için merkezden gönderilen hükümet yanlısı subaylar suikaste uğradılar ve böylece Abdülhamit’in eli kol bağlanmış oldu. Edirne’deki 2. ve Selanik’teki 3. ordular İTC taraftarıydılar. Sonuçta zaten hiç kaldırılmamış ve askıya alınmış olan anayasaya dayanılarak en yakın zamanda seçimlere gidileceği ilan edildi. Sansür ve hafiyelik kaldırıldı. Böylece 2. Meşrutiyet dönemi başladı. Önceleri bütün mebuslar İTC üyesiydi fakat zamanla bu cemiyetin politikalarıyla ters düşenler farklı partiler kurmaya başladılar. Böylece çok partili hayata geçilmiş oldu. 1909 yılında meşrutiyet karşıtı gerici bir ayaklanma Hareket Ordusu tarafından bastırıldı. Yine 1909 yılında yapılan anayasa değişiklikleri ile birlikte sultanın yetkileri ciddi ölçüde kısıtlandı, Kanun-i Esasi diğer meşruti monarşilerin anayasaları ile benzer bir muhtevaya kavuştu. 1913 yılında İTC, kendine düşman olarak gördüğü Kamil Paşa hükümetini Bab-ı Ali Baskını ile istifaya zorladı. Bu tarihe kadar hükümetleri kendi oluşturmamış, dışarıdan denetlemeyi tercih etmiş olan İTC, dizginleri eline aldı. Kendine yakın gördüğü Mahmut Şevket Paşa’yı sadarete getirdi ve kabineye birçok cemiyet mensubunu dahil ettirdi. Mahmut Şevket Paşa’nın bir suikaste kurban gitmesiyle birlikte İTC, muhalifleri üzerindeki baskıyı artırdı. Muhalif gazeteciler öldürüldü ve basına sansür getirildi. Zamanla meclisin de etkisi azaldı ve devlet tek bir cemiyetin, ve onun da içinde üç kişilik bir ekibin denetimine girmiş oldu. Oldukça özgürlükçü bir atmosferde başlayan 2. Meşrutiyet’in bir tek parti diktatörlüğüne dönüşmesi uzun sürmedi.
Devam edecek…