Din ile kültürün adeta bir dişlinin çarklarıymışçasına içinde bulundukları ilişki aydınlatılmaya biraz muhtaç sanıyorum. Bu meseleyi açığa kavuşturacak merci ise ben değilim. Öyle bir iddiam da yok zaten. Sadece elimden geldiğince düşüncelerimi, kendimce yorumlarımı paylaşacağım.
Bu meseleye Protestanlık ve Eş’arilik arasındaki münasebetten –hatta münasebetsizlikten- daldım. Çünkü biliyoruz ki Hristiyanlıkta felahın yani kurtuluşun ezelden belirlendiği iddiası Protestan’lıkta vardır. Bunun İslam itikadına çevrilmiş hâli olarak da Eş’arilik görülebilir. Yani iki inanç da aslında önceden yazılmış bir kaderin varlığına iman eder ve bunu değiştirilemez görür. Yani bu mezheplere göre biz sadece bireyin yaşayışına bakarak Tanrı’nın bela verip cezalandıracağı kul olup olmadığına kendimizce bir bakış getirebiliriz. Gerçeği bilmeye imkânımız yoktur. İşte bu inanış onlara göre insanı ‘iyi’ olmaya sevk eder.
Girizgâhımızı yaptıktan sonra şu tespiti eklemeden ilerleyemeyiz: Sanayileşebilen, ilerlemeci, kapitalist sisteme ayak uydurabilmiş hatta ayak uydurmayı geçip doğrudan kapitalist sistemi yaratmış, üretici bir kültüre sahip ülkeler ekseriyetle Protestan’dır. [1] Eş’arilik ise kuruluş hikayesi olarak akılcı addedilen Mutezile’ye karşı üretilmiş argümanlardan doğmuştur. Dağıldığı coğrafyalara baktığımızda da öyle sanayi, ilerlemecilik, endüstri falan göze çarpmıyor. Şimdi bir soru soralım: Kaderin önceden yazıldığı ve kaderin değiştirilemese bile kişinin çok çalışarak Tanrı’nın takdirini kazanabileceği konusunda uzlaşıya varmış olan Protestanlık öğretisi, etkisi dahilinde olan insanları başlı başına gelişmiş bir medeniyet yaratmak için gazlayabilmişken; bunun İslami karşılığı olan Eş’arilik neden geri kalmış, ilkel bir toplum yaratmıştır? Yani kısaca elin oğlunu modernleştiren bu algı neden iğrenç bir Arap coğrafyası yaratmıştır?
Sorumuzu mezhepler arasındaki ilişkiden yola çıkarak sorduk ancak cevaben böyle bir analoji kurmak hatalı olacaktır çünkü kerametin dinde değil kültürde olduğunu fark etmek gerekir. Özellikle Avrupa’nın kuzeybatısındaki ülkelere baktığımızda onlar kültürel gelişmişliğe ve medeniyetçe yükselmeye yol açacak kodları barındıran dini yorumlar getirdikleri için gelişmişlerdir, süzme Protestan oldukları için değil. İşte bunu yapamayan Eş’ari coğrafyası da bir noktada geriliğe mâhkum kalmıştır. Velhasılıkelam buradan varacağımız sonuç her ulus dinini; coğrafi, iktisadi, tarihi şartlar neticesinde yorumlar ve değiştirir hatta esas kaynaktan koparır. İyi ya da kötü olarak söylemiyorum, sadece bir hakikat olarak görüyorum.
İşte bu hâlde ilerleyişe de çöküşe de sebep olarak dini göstermek anlamsızlaşmaktadır. Mesele, toplumun kendini ne ölçüde geliştirdiği ve buna dayanarak kültürel yükselişi sağlayacak kamusal bir irade yaratmasındadır ki bu da dinin revize edilmesini sağlayacaktır. Bu yüzden gayem ele aldığımız bu konuya Türk’çe bir yorum getirmek ve en azından gördüğüm sorumluluk gereği ilerleyişi sağlayacak kültürel hamlelerin ne olması gerektiğine dair sohbet etmektir.
Genel çerçevede anlattığım üzere kültürün ve toplumsal yaşayışın dini biçimlendirdiğini kabul ederek bazı noktalarda da dinin kültür üzerinde büyük etki yarattığını görelim. Burada ‘hukuk’ en önemli örneği oluşturur. Misal göstermek gerekirse İslam hukuku Türk ülkelerinde uzun süre hâkim olmuştur. Bunu beğenip beğenmemekten ziyade şöyle bir açık aramak yerinde olabilir: İslam peygamberi Hz. Muhammed’in teolojik bir karakter olduğu kadar seküler bir profil ortaya koyduğunu kabullenmek gerek. Muhammed ne zaman peygamber, ne zaman Arap devlet başkanı olmuştur? Hukukunu ne zaman din adına ne zaman toplum adına kullanmıştır? Ya da hurma mübarek midir, deveye binmek sünnet midir, çöl havasından korunmak için gözlere çekilen sürme şu an hayırlı mıdır?
İşte bu sebeplerden ötürü hukuk kaideleri kültürlere göre şekillenir. Doğrudan bu kuralları alıp başka ülkelerde uygulamaya koymak toptancı bir zihniyetin ürünüdür ve pek de akıllıca değildir. Örneğin göçebe yaşayan Türkler hangi zorlamanın altında kalırsa kalsın suçlulara hapis cezası vermeyecektir, veremeyecektir, o yerleşiklerin işidir. Bütün söylediklerimizi göz önüne alarak işte tekrar diyorum ki, bizde din adıyla geçen pek çok müessese, fikir, yorum bid’at olarak değerlendirilebilir. Bunu da iyi ya da kötü belirtmeden gerçeklik olarak ele alıyorum. Tahmin ediyorum ki Hicaz’da doğup büyümüş Selefi bir Arap Türkleri bozgunculukla, yeni yeni icat çıkarmakla suçluyordur. Tasavvufmuş, şeyhmiş, badeymiş, şiirmiş, kandilmiş, mevlitmiş –ne kadar çok varmış- vahiyle inmiş dinde geçen şeyler değil sanırım.
Ama belirtiyorum ki Türk’üm. Türk’ün olanı severim, sayarım, kabullenirim. ‘Türk Müslümanlığı’ kavramını bilir, kullanır, sosyolojik bakımdan doğruluğunu savunurum. [2] Hatta örnekle bahsimi genişleteyim. Bizde atadan evlada aktarılan vücut sıvıları kutsal bilinir, bu biraz da şaman geleneğinden miras kalmıştır. Bu sebeple genelde Türk evliyalar soyunu peygambere ya da Arap din büyüklerine dayandırmaya çalışır. Ama biliriz ki bunun gerçekliği yoktur, evliyalar sadece sahte bir şecere yaratarak meşruiyetlerini kanıtlamak isterler. Fakat bir istisna var: İbrahim Geylani. Bu adam soyunu peygambere değil de Oğuz Kağan’a dayandırmaya çalışmıştır. [3] Tabii tüm soy ağaçlarının yalan olduğunu biliyorum. Horasan’ın bağrından kopup gelmiş adamların kendilerini Hicaz’daki peygambere dayandırmaya çalışmasını geçelim, Geylani soyunu gerçek olmayan bir karaktere dayandırmıştır. Ancak eğer kendime bu din camiasından sempatiyle, muhabbetle yaklaştığım bir figür seçmek zorunda kalırsam sanırım İbrahim Geylani’yi seçerim. Tavrımı anlatabildim sanıyorum.
Meselemizi çok dallandırıp budaklandırmadan genel olarak söylediklerime bakarsak dinin kültürle arasındaki ilişkiyi biraz yıkıcı gördüğümü anlatabilmişimdir herhalde. Bundan gocunmanın faydası da yoktur. Son kertede sözünü ettiğim bu tavırlar milli reflekslerdir. En azından evrensel olma iddiasındaki bir dini, belli sınırlar çerçevesinde değiştirmek kanımca dine zarar vermek değildir.
Her din zamana, mekâna, bulunduğu coğrafyanın tarihsel arka planına ve başka birçok parametreye bağlı olarak değişimlere uğrar. Hatta bu sürece ‘üretim’ adını bile verebiliriz. Biraz çok konuştuğumdan dolayı birkaç kelam söylemek istediğim son mevzuya varamadık. Ancak artık bu din-kültür bahsini bırakmanın yeri gelmiştir herhalde.
Şimdi bir Türk milliyetçisi olarak bu denklem içerisinde önemli bir yer kaplayan kültüre eğilmenin, kültürel kodlarımızın bizi mutlu ve müreffeh bir yaşama götürebilmesi için çabalamanın, bunun üzerine kafa yormanın vazifem olduğunu söylemem lazım gelir. Bu sebeple ‘muhafazakârlık’ dediğimiz olgu üzerine de biraz düşünmek gerekmektedir.
Eğer Türk ülkesinde şu an hırsızlık yok denecek kadar azsa, kadın cinayetleri minimum orandaysa, çocuğa ve gence azami kıymet gösteriliyorsa, ahlaki değerler tahrip edilmemişse, devleti yönetme imkânı elinde bulunan insanlar har vurup harman savuran bir iradenin sözcülüğünü yapmıyorsa, toplumsal güven ortamı hiç zedelenmemişse, çevreye ve ağaca karşı gösterilmesi gereken önem bütünüyle veriliyorsa –tabirimi mazur görün- muhafazakarcılık oynayalım. Ha yok saymaya takatimizin yetmeyeceği cinsten dertler, tasalar bizi kendine esir ediyorsa artık muhafaza edeceğimiz pek değerimiz kalmadı demektir. İşte edinilmesi gereken ülkü ileride muhafaza edilmesi için çaba harcanacak bir ahlak anlayışını, bir değerler silsilesini toplumun geneline yaymak ve toplumsal sözleşme hâline getirmektir.
Hırsızlığın, yalanın, ikiyüzlülüğün ve bilumum kötülüğün yasaklandığı İslam’ın yolunu izleyenlerde de hırsızlığa, yolsuzluğa, yalana ve bilumum kötülüğe rastlamanın hikmetini İslam’da aramamak lazım. Kötü insanın dini de kötü olur yaşayışı da kötü olur. İşte Türkiye’de de toplum bozulmuş durumda olduğu için bir cemiyetin muhafazakar siyasetle bu çıkmazdan kurtulması imkansızdır ve işte tam da bu yüzden Türkiye’de muhafazakarlık yalnızca dindarlıkla ilişkilendirilmiştir. 18 yıllık iktidarın yüzlerce yıllık kurumları, devlet teamüllerini, gelenekleri yıpratması ve onları çöküşe mahkum bırakması herhalde muhafazakar taifenin tepkisini göstermesi gereken durumlardır. Ancak görüyoruz ki o camiadan yeterli bir karşı çıkış gelmemiştir, geldiyse de bu tepki cılız kalmıştır.
Ayrıca fark ediyoruz ki bu muhafazakar çevreler karşılaştığı her meseleye daha çok değişim talepleriyle mukabele etmiştir. Bu esasında sergilenmesi gereken yaklaşımdır ancak bana kalırsa sorun bu değişim arzusunda değil, değişimin nasıl gerçekleştiğindedir. İşte bu yüzden mevcut yönetimden memnun olmayan herkesin girmesi gereken savaş siyasi olmaktan öte bilişseldir.
Eğer iddialarımda haklıysam –ki Türk milliyetçisi olarak zihinsel süzgecimin beni getirdiği nokta burasıdır- yapılması gereken muhafazakarlık kavramını artık rafa kaldırıp kültürü geliştirmek, değiştirmek, yontmak görevini üstlenmektir. Müdafaa ve muhafaza edilmesi gereken akıl, bilim, Türklük ve bunlara duyulan sadakattir. Usuller değişmeli, esaslar baki kalmalıdır. Makus bir talih varsa onu değiştirecek olan bu cesarettir, bu iradedir.
[1] Weber, “Protestan Ahlakı ve Kapitalizmin Ruhu” (1905)
[2] Hocaoğlu, Durmuş, “Türk Müslümanlığı Üzerine Bazı Notlar”, Köprü Dergisi, Bahar, (1999)
[3] Dinçaslan, Bahadır, “Seküler Milliyetçinin El Kitabı – 2” (2020)