Dünya tarihinin gerçeklerinden biri de yapılan veya yaptırılan göçlerdir. Bambaşka görünümlere bürünebilse de en nihayetinde mevcut otoriteyle yaşanan uyuşmazlıklar sebebiyle gerçekleşen göçler, tarih bize gösterir ki terk edilen ülkenin uzun vadede yaşayacağı kayıplarla sonuçlanır. Her göç, bakabileceğimiz perspektiflerin sayısı kadar hikaye içerir. Sebepleri ve sonuçlarında çeşitli artılar ve eksiler vardır. Konuya en geniş açıdan hakim olmak için devleti de göç edeni de arkada kalanı da anlamak, bilmek gerekir. Bu yazımda geçmişte yaşanan bazı göçlerin sebep ve sonuçlarını hatırlatmakla beraber, günümüz Türkiye’sinde hızla artan beyin göçlerinin uzun vadede gerçekleşebilecek sonuçları adına birkaç soru işareti oluşturmayı hedefliyorum.

“Çıkarlar ile ilkelerin sistematik bir şekilde zıt kutuplara yerleştirilmesi bir hata. Çünkü kimi zaman buluşabilirler. Çoğunlukla değerlerine ihanet eden bir ülke aynı zamanda çıkarlarına da ihanet eder.”

Amin Maalouf

Öncelikle Fransa’ya gidelim. Yıl 1685. XIV. Louis, dedesi IV. Henri’nin protestan azınlığa ibadet özgürlüğü tanıyan Nantes fermanını kaldırdı. Fransız filozof Voltaire bu fermanın yürürlükten kaldırılmasını daha sonralarda “Fransa’nın büyük trajedilerinden biri.” olarak tanımladı. Bu, ilk etapta yaklaşık 200.000 Protestan Fransız’ın, bilinen adıyla “Huguenot”un ülkeden kaçmasına sebep oldu. Bu göçün daha uzun vadede görülecek birçok sonucu olacaktı. Bazı tarihçiler, Ferman’ın yürürlükten kaldırıldığı zamanlarda zaten can çekişmekte olduğunu söylese de biz daha çok sonuçlarıyla ilgileneceğiz. Fransız hükümeti 1621’den 1629’a dek Protestan’larla çatıştıktan sonra, çeşitli baskıcı önlemlerle onları Katolik mezhebine döndürmeye çalıştı. Bu taciz ve baskılar gitgide arttı. Huguenot’ların bazı meslekleri yapmalarının yasaklanmasından, yurttaşlık haklarının kaldırılmasına kadar ilerleyen süreçte, şayet çocuklarını Katolik gibi yetiştirmedikleri anlaşılırsa, çocuklarının da ellerinden alınacağı hükümet tarafından onlara bildiriliyordu. En nihayetinde kaçabilenler kaçtı ve gittikleri yerde memnuniyetle karşılandılar. Birkaç Avrupa ülkesi onları göçe teşvik eden fermanlar çıkardı. Tarihçi Elisabeth Labrousse’a göre Huguenot’lar, çoğunlukla “ender rastlanır ahlaksal değerlere sahip, girişimci, çalışkan tebaalar oluşturan genç adamlardı.” Bu nedenle güçlü Fransa, birçok meslek dalındaki becerikli, deneyimli işçilerini kaybetti. Evet, “mal, mülk, servet ve teknik” dışarıya gitti. Huguenot’ların Avrupa’ya birçok yönden önemli katkıları oldu.  Pek çok tarihçi Berlin’in metropol düzeyine Fransız mültecilerin gelişiyle yükseldiği fikrindedir. Bu kentin bir müddet sonra Paris’in büyük rakibi olacağı bilgisiyle birlikte düşünüldüğünde olay ayrı bir anlam kazanıyor. Demek ki “Huguenot”ların kitlesel bir şekilde sürülmesi Fransa’yı yoksullaştırırken, rakiplerini zenginleştirmişti. Özgürlüklerini, “Aydınlanma Felsefesinin” ve “Hoşgörü Fikirlerinin” oluşmasına sebep olacak içerikler üretmek için de kullandılar. Örneğin bir Protestan Fransız doğal haklar ideasını yayan İngiliz filozof John Locke’un eserlerini çevirdi. Vicdan özgürlüğünün önemini vurgulayan başka Protestan’lar da oldu. Yöneticilere gösterilen itaatin göreceli olduğu ve eğer yöneticiler, kendileriyle toplum arasındaki sözleşmeyi bozarlarsa, bu itaatin göz ardı edilebileceği fikri de bu dönemde gelişti. Bu nedenlerden dolayı tarihçi Charles Read’in ifade ettiği gibi, Nantes Fermanının yürürlükten kaldırılması Fransız Devriminin başlıca etkenlerinden biriydi. Kral XIV. Louis’nin askeri danışmanı olan Marki de Vauban, yapılan insanlık dışı muamelelerin olumsuz etkilerini ve onca değerli insanın devlet için yarattığı kaybı açıklayıp kralı, Nantes Fermanını yeniden yürürlüğe koymaya önemle teşvik ederek “Yüreklerin döndürülmesi sadece Tanrı’ya aittir.” dedi. En nihayetinde Fransız Devleti olanlardan ders almadı ve kararını da değiştirmedi. Kral’ın fermanı tekrar yürürlüğe koymanın devletin gücünü azaltacağını düşünmesi bunda oldukça etkili oldu. Tüm bu olup bitenler gaflet içerisindeki siyasilerin ve onun destekçisi olan çoğunluğun devasa boyutlarda kayıplara neden olabileceklerinin eşsiz bir örneği. Parçalara bölünen halk, ilmek ilmek işlenen öfke, kaçmak zorunda kalan insanlar, geri döndürülmesi mümkün olmayan ve sonuçlarıyla kararları veren geçici yöneticilerin değil devletin karşılaştığı vahim tablo…

Tüm bu olaylar neticesinde, insan bazı soruları sorma ihtiyacı duyuyor. Çok olmakla nitelikli olmak bir toplumda ters orantılı olarak ilerliyorsa ne yapılmalı? Çoğulculuğa ne kadar izin verilebilir ve tahammül edilebilir? İktidarların mekanizmalarının verebileceği zararları sadece bilmek yetmiyorsa ne yapmak gerekir? Toplumun kriz anlarında işlevi ve kapasitesi nedir? …

Birden fazla örnek olması için hızlıca 1492’ye, İber Yarımadası’na da gitmek istiyorum. İspanyollar 1492’de Granada’yı aldılar ve Katolik krallar, Müslüman ve Yahudiler’i sürdüler. Hoşgörüsüzlük ve belki de kibir sonucu alınan bu önlemler sebebiyle, Amerika kıtalarını fethetmesinin kazançlarını yeterince değerlendiremeyen İspanya, sonrasında da diğer Avrupa Devletleriyle arasına yüzyıllarca kapanmayacak mesafeler girmesine zemin hazırlıyor… Felaketlere yol açan bu kararları alan hükümdarlar için bulunabilecek bir mazeret varsa o da sergiledikleri davranışların o dönemde fazlasıyla yaygın olmasıdır belki de. O halde şu soruyu sormak gerek. Bugün hangi konularda bu tarz yanılgılar içerisinde olabiliriz? Şöyle diyor bir kitabında Amin Maalouf, “Tarih boyunca kitlesel sürgünler, gerekçeleri varmış ve meşruymuş gibi gözükse de genellikle  kovulanlardan çok geride kalanlara zarar vermişlerdir. Kuşkusuz kovulanlar başlarda acı çekerler, ama nihayetinde kendilerini toparlar, travmalarını atlatır ve çoğunlukla kendilerini kabul eden ülke yararına mucizeler gerçekleştirirler.”

Gezegenin en güçlü devleti olan ABD’nin İngiliz Püritenlerinden, Almanya Yahudi’lerine, Rus, Küba veya İran devrimlerinden kaçanlara, hatta Fransa’nın Protestan’larına kadar sürgün dalgalarını kabul etmeyi ve bunlardan üst düzeyde faydalanmayı özel bir beceri haline getirmiş olması tesadüf olamaz. Ayrıca bence çok çarpıcıdır ki, 32. ABD Başkan Franklin Delano Roosvelt’in adındaki Delano bölümü asıl adı De Lannoy olan bir Huguenot atadan gelmektedir.

Sona yaklaşırken yine Amin Maalouf’un sözleriyle devam etmek istiyorum: “Yakın dönem tarihi bize, bağımsızlık mücadelesinin hemen ardından kalkınma ve modernleşme mücadelesinin geldiğini öğretmektedir. Bu yeni aşamada, sanayileşmiş toplumlara doğrudan erişimi olan vasıflı bir topluluğun varlığı yeri doldurulamaz bir kozdur. Bu erişim, genç ulusu gelişmiş dünyanın kalbine bağlayan bir atardamara benzetilebilir. Bu damarı kesmek saçmadır, kendini sakatlamak ve neredeyse intihar etmek anlamına gelir. Birçok ülke bu hatadan sonra belini doğrultamamıştır!”

Üstteki alıntıdaki ifadeyle “atardamarları” kesilen toplumlardan yeterince bahsettiğimi düşünüyorum. Siyasilerin sonunu kestiremedikleri için verdiklerini düşündüğümüz korkunç kararlara ve bunların sonuçlarına insanlık tarihi sık sık tanıklık ediyor.  Günümüzde baktığımızda, özellikle bizim de içerisinde bulunduğumuz Orta doğu ülkelerinde benzer hikayeleri farklı oyuncu kadrolarıyla izlemeye ve yaşamaya devam ediyoruz. İzliyoruz çünkü bir eylem içerisinde değiliz. Yaşıyoruz çünkü sadece izliyoruz. Aradan sanki yüzyıllar geçmemiş  gibi 17. Yy Fransa’sından sonra 21. Yüzyıl Türkiye’sini anlatmaya devam etsem yeni bir paragraf açmama gerek olmayacağı kanaatindeyim. Ağrı Dağını görmezden gelirmiş gibi yaşanan beyin göçlerini ve siyasi göçleri bir yana bıraksam, benim de içerisinde bulunduğum şu dillerden düşmeyen “Z” kuşağının içerisinde yüzdüğü umutsuzluk ve karamsarlık okyanusunu  görmezden gelmem, gelmemiz ne yazık ki mümkün değil…  

Leave a Reply