MACRON – ERDOĞAN GERİLİMİ: İÇ POLİTİKA YANSIMALARI

Bazı felsefi grupların, özellikle de teolojik yaklaşıma sahip olanlar ve düalist filozofların doğadaki olayları açıklamaya yönelik ilginç bir yaklaşımları var. İnsan aklının doğadaki her olayı, hatta doğa üstü olayları, ‘neden-sonuç’ ilişkilerine bağlayarak açıklayamayacağını savunur bu dediğim kesim. Bu tartışmalı görüşe katılmak veya katılmamak hakkında kesin bir yargı bildirecek kadar felsefi bilgim olduğunu söylersem yalan olur. Ancak emin olduğum bir şey var ise o da siyasetçilerin her dış politikadaki adımının, bir neden-sonuç ilişkisine bağlı olarak, iç politikaya yönelik bir amaç uğruna atıldığıdır. Bu kesin yargının biraz can sıktığını düşünüyor olabilirsiniz, ancak en azından her dış politika hamlesinin iç politikada bir ‘sonuç’ doğurduğuna inanmamak elde değil. Ünlü stratejist, yazar Erol Mütercimler’i yakından takip edenler şu sözünü iyi bilir: ‘Recep Tayyip Erdoğan iç politikada bir ordinaryüstür.’ Bu söze katılıyorum ancak biraz daha ayrıntıya dökmek istiyorum. Cumhurbaşkanı Erdoğan, dış politikada yaptığı hamleleri iç politikaya yansıtma konusunda gerçekten ‘ordinaryüs’ olduğundan kaynaklı Türkiye Cumhuriyeti’nin birçok kesiminden oluşan çok geniş nüfuslu bir taban elde etmiş ve on sekiz seneden uzun bir süredir iktidarda. Bunu daha iyi anlatabilmek için 2017 Türkiye anayasa değişikliği referandumunun hemen öncesinde Türkiye-Hollanda diplomatik krizini hatırlatmak istiyorum. Referandum öncesi Avrupa’nın farklı yerlerinde miting yapmayı planlayan AKP hükümetinin Hollanda’daki mitinglerinin, yetkililer tarafından iptal edilmesi üzerine büyük bir kriz çıkmıştı. İki lider Erdoğan ve Rutte’nin bir süre devam eden siyasi tartışmaları olmuş hatta tartışmalar o kadar büyümüştü ki Hollanda polisinin Türk vatandaşlarına şiddet uyguladığı iddiaları ve konsoloslukların kapatılması bile gündem olmuştu. Bu dönemdeki siyasi açıklamalara tekrardan göz atarsak Recep Tayyip Erdoğan’ın ‘Bedelini ödeteceğiz’ ve ‘Faşist Hollanda’ tarzı açıklamaları olmuştu. Burada şunu belirtmekte fayda var ki Hollanda tarafının tepkileri ve sözlerinin de bundan aşağı kalır yanı yok fakat bu tartışmanın kime yarar sağladığı konusunda gözle görülür bir kanı mevcut. Bu tartışmanın öncesinde, Adalet ve Kalkınma Partisi’nin ve Erdoğan’ın desteklediği madde değişikliklerini öneren bu Referandum’un kabul edilmeyerek sonuçlanacağı atmosferi vardı. Diplomatik krizin hemen sonrasında ise anketlerde ‘Evet’ oyunun dikkat çekici bir şekilde arttığı ve kamuoyunda anayasa değişikliğinin kabul edileceği algısı ivme kazanmıştı. 

Sıra Macron’da

Şimdi bu olayların üstünden neredeyse üç yıldan fazla zaman geçtikten sonra Erdoğan’ın mevkidaşı Macron’un çok benzer bir dış politika-iç politika siyaseti yürüttüğünü gözlemliyoruz. Türkiye’nin, Avrupa Birliği ve özellikle Fransa ile gerilimli bir diyaloğu var. Her yaşanan krizin müteakibinde Macron’un sert bir dil ile Türkiye’ye ve Erdoğan’a çıkıştığını görülüyor. Türkiye’nin Doğu Akdeniz’de Yunanistan ile yaşadığı krize Fransa doğrudan dahil olmuş ve Macron Türkiye’nin bu bölgede söz sahibi olmaması gerektiğini iddia etmişti. Türkiye’ye yaptırımın gündeme geldiği o dönemde Macron ‘Türkiye’nin kelimelerden değil eylemlerden anladığını’ savunmuştu. Sonrasında karikatür krizinde bu söylemler sadece Türkiye ile kalmayıp bazı radikal İslami gruplara kadar sıçramıştı. Peki burada bu söylemlerin ve tavrın devam etmesi halinde Macron’un iç politikadaki çıkarı ne? Öncelikle Fransa’nın, Avrupa’daki popülist sağ düşüncesinin yükselişinin en çok görüldüğü ülkelerden birisi olduğunu hatırlatayım. Ulusal Cephe Partisi ve Marine Le Pen’in 2014 Avrupa Parlamentosu seçimlerinde ve 2017 Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde topladıkları makul derecedeki oy, bu görüşü destekleyen bir indikatör.

Özellikle son dönemdeki kamuoyuna bakarsak, 2022 seçimlerinde bu radikal sağ partiler Macron’un koltuğunu daha da sallayacak gibi duruyor. Macron’un Türkiye ile yarattığı tartışmalardaki hedefi ise radikal sağ görüşe kaymakta olan halkın dilinden konuşarak bu sallantının şiddetini olabildiğince azaltmak. Vermeye çalıştığı imaj, kendisinin de en az sağ partiler kadar ülkesini dış politikada savunabildiğini göstermek. Hem radikal islama karşı sürekli olarak tepki göstermesi hem de Erdoğan üzerinden tartışmalara devam etmesi, özellikle de Öğretmen Samuel’in öldürülmesi olayından sonra daha da artan radikal İslam düşmanlığı atmosferinde, Macron için hayati değer taşıyor. Bu aşamada yapılacak olan insan ve azınlık hakları söylemleri, hükümeti sadece fazla ‘naif’ olma yaftası ile karşı karşıya bırakırdı ve bu da bir felaket olurdu.

Bir taşla iki kuş

Başka bir açıdan değerlendirirsek, bu politika Macron’un elini sadece Fransa sınırları içerisinde güçlendirmiyor. Duruma bir de Avrupa Birliği bağlamında bakarsak, üye ülkelerin çoğunda Türkiye’ye karşı yaptırım uygulanması gerektiğine dair ortak bir kanı oluşmaya başladı. Türkiye’nin giderek Avrupa Birliği’nden uzaklaşan rotası ve özellikle göç politikası konusunda tarafların sürekli olarak karşı karşıya gelmeleri kimi üye devletlerini tedirgin ediyor. Avrupa Birliği Komisyonu’nun Türkiye Raporu’na bakarsak sadece üye devletlerinin değil, komisyon başkanı Leyen’in gözünde de Türkiye neredeyse ‘unity’i tehdit eden bir pozisyona geliyor gibi. Tüm bu Doğu Akdeniz, Kıbrıs Sorunu, Libya Krizi, sığınmacılar sorunu gibi olaylar yaşanırken AB’nin diğer demirbaşı Almanya’nın Türkiye’ye karşı nispeten daha sessiz ve tepkisiz kalması da Macron’un elini güçlendiriyor haliyle. Kısacası bu tutum Macron’un hem Birlik içerisinde hem de Fransa içerisinde dizginleri eline geçirebilmesi için büyük bir fırsat yarattı.

Son olarak değinmek istediğim birkaç husus var. Açıkçası, Avrupa’da halk arasında İslamofobi ve Türk düşmanlığının sanıldığı gibi arttığı kanısına katılmıyorum. Evet, insanların kimi konularda tedirginlikleri mevcut, bu bir gerçek. Ancak bunun sandıklarda ezici bir sağ üstünlüğü görmemize neden olacağına dair bir izlenimim yok. Kesin konuşmamak gerekir tabii ki. Sonuç olarak Macron’un ‘Ben ülkeme de Birliğe de sahip çıkarım.’ politikası fazlasıyla zekice ve makul. Fakat bu siyasetin AB ve ülke genelinde ne kadar karşılık bulacağı büyük bir soru işareti.

Leave a Reply