A Milli Takım, 2016 Avrupa Şampiyonasında patlak veren prim tartışmalarıyla, takım içi gruplaşmalarıyla, gazeteci tartaklamalarıyla, teknik direktörünün çalkantılı özel hayatının gündem olduğu, her kötü sonucun yabancı sınırına bağlandığı ve “adamlık” öğretilerinin havada uçuştuğu zorlu bir grup aşamasının en kritik virajında İzlanda’ya Eskişehir’de 3-0 kaybederek 2018 Dünya Kupası’na katılma şansını değerlendiremedi. Avrupa Şampiyonası’na saygım sonsuz fakat çeşitli kıtalardaki tüm farklı kültürlerin bir arada olabildiği Dünya Kupası’nın heyecanı ve yeri bende hep çok daha ayrı olmuştur. Ne mutlu bana ki, ilkokulun kantinindeki küçük ekranda Hasan Şaş’ın Brezilya’ya attığı müthiş gole, “Ne Kosta Rika ne Çin ne de sambacı Brezilya” sözleriyle aklımıza kazınan İş Bankası milli takım reklamına, Senegal maçı öncesinde Kızılay Meydanı’nda toplanan kırmızı-beyaz yüz binlerce insana, Tarkan’ın bestelediği Bir Oluruz Yolunda’ya; kısacası 2002 Dünya Kupası’nın yaşadığım topraklarda yarattığı o heyecanlı atmosfere ve Türk spor tarihinin en büyük başarısı olan dünya üçüncülüğüne çocukluğumun en güzel yıllarında tanık olabildim. 2002 Dünya Kupası tanık olduğum ilk ve sanırım uzun bir süre boyunca yaşanabilecek olan en güzel Dünya Kupası atmosferiydi. Sonra büyüdüm ve öğrendim ki 2002 Dünya Kupası, 1954 İsviçre’den sonra Türkiye’nin katıldığı ikinci Dünya Kupası’ymış. Yaşamadım ve görmedim ama Türkiye’nin katıldığı ilk Dünya Kupası olan 1954’ün hikayesinin de en az 2002 Dünya Kupası kadar heyecan verici ve samimi olduğunu seneler sonra öğrendim.
İkinci Dünya Savaşı’nın tüm dünyada yarattığı farklı bunalımlar haliyle Türkiye’yi de vuruyor ve dönemin Demokrat Parti iktidarı ekonomik sıkıntıları bahane göstererek 1950 Dünya Kupası’na Türkiye Milli Takımının katılmasını engelliyor. 1954’te İsviçre’de düzenlenecek olan Dünya Kupası’na ise katılma kararı alan Türkiye; dörderli, üçerli ve ikişerli grup sistemlerinin olduğu 1954 Dünya Kupası elemelerinde dönemin en güçlü takımlarından İspanya ile eşleşiyor. Deplasman golü kuralının henüz futbola entegre edilmediği dönemlerde Madrid’te yaklaşık 100 bin kişinin izlediği ilk maçta İspanya kelimenin tam anlamıyla Türkiye’yi bozguna uğratıyor ve sahadan 4-1’lik galibiyetle ayrılıyor. İlk maçtaki üstün oyunun ve skorun rehavetine kapılan İspanyollar Türkiye’ye güle oynaya geliyorlar fakat Mithatpaşa Stadı’nı dolduran binlerce insanın önünde A Milli Takım İspanya’yı adeta şaşkına çeviriyor ve sahadan 1-0’lık galibiyetle ayrılıyor. Burhan’ın attığı tek gol, Türkiye’yi İspanya’ya elenmekten kurtarıyor. Deplasman golü ve averaj kurallarının da olmayışı sebebiyle, ikili gruptan kimin çıkıp Dünya Kupası’na gideceğini belirlemek amacıyla tarafsız bir sahada, İtalya’nın başkenti Roma’da üçüncü bir maçın oynanması kararlaştırılıyor. Roma Olimpiyat Stadı’nda oynanan üçüncü maç kelimenin tam anlamıyla “ölüm-kalım mücadelesi” sertliğinde ve heyecanında geçiyor fakat kupaya gidecek takımı belirleyecek olan bu son maç da 2-2’lik beraberlikle sona eriyor.
O dönemlerde uzatma dakikaları, altın gol gibi kuralların da olmayışıyla beraber henüz tam anlamıyla profesyonel ve kurallı işlemeyen dünya futbolunda bu tip beraberliklerde iki takımın da kaderi hakemin belirleyeceği bir kişi tarafından yapılacak kura çekimine kalıyor. Maçın İtalyan hakemi Georgio Bernardi tribünlere şöyle bir bakış atıyor ve o anda gözüne ilk kestirdiği isim, stadyum görevlisi olan babasının torpiliyle maça kaçak bir şekilde giren ve tribünün ön sıralarında oturan 14 yaşındaki İtalyan çocuk Luigi Franco Gemma oluyor. Stadyumdaki herkes şaşkın bir şekilde Franco’nun tribünden inip kurayı çekmesini beklerken İspanyol yetkililer ve oyuncular, kurayı çekecek olan çocuğun isminin ünlü İspanyol diktatör Francisco Franco ile aynı olmasından dolayı oldukça rahat tavırlar gösteriyor, şansın kendileriyle olacağından tamamen emin olan İspanyollar heyecan içinde gelip kurayı çeken Franco’nun kupanın içinden çektiği kağıtta “Turchia” yazısını görünce ise büyük bir hayal kırıklığı yaşıyorlar. Franco, sevinçten çılgına dönen Türk futbolcularca omuzlara alınıyor. 14 yaşındaki bir çocuk Türkiye’ye ilk Dünya Kupası biletini kendi elleriyle teslim ediyor. Hatta takımın maskotu olarak Milli Takım yetkilileri tarafından İsviçre’ye bile götürülüyor. İlk Dünya Kupası macerasında İsviçre’ye dramatik bir kurayla giden Milli Takım grup aşamalarını geçemiyor ve Türkiye, sonraki 12 Dünya Kupası’na birden katılamıyor ama 14 yaşındaki Franco’nun Türkiye’yle yaşadığı bu eşsiz hikaye yıllarca unutulmuyor.
Gidemediğimiz bir Dünya Kupası’nın daha ardından kulüp bazındaki ulusal başarılardan, büyük ekonomik hamlelerden ve transfer piyasasındaki hareketlilikten bağımsız olarak genel bir bakış açısıyla bakıldığında, Türk futbolu belki de her anlamda yakın zamanlardaki en iç karartıcı dönemini yaşıyor. Futbolla yatıp kalkan, futbol endüstrisinin her geçen gün büyüdüğü, genç nüfusun yoğun olduğu futbola tamamen uygun bu coğrafyada şüphesiz günü kurtarmaya yönelik, kitleleri değil de kişileri memnun etmeye dayalı gün gün eriyen ve yok edilen bu futbol ve milli takım kültürümüzle yakın gelecekte bir Dünya Kupası daha izlemek için bir Franco’ya daha mı ihtiyacımız var dersiniz?