Her spor dalı hatıralarda yer tutmuş, dönemine damga vurmuş efsane isimleriyle anılır. Kimileri o ismi en iyi döneminde yakaladığı için, bazılarımız ise o ismin tüm kariyerine şahitlik ettiği için kendisini daha şanslı görür. Örnek vermek gerekirse; Diego Maradona, Michael Jordan, Florence Griffith-Jordan, Roger Federer-Serena Williams, Usain Bolt, Nadia Comaneci, Michael Phelps, Phil Taylor ve Ronnie O’Sullivan gibi isimleri zamanında izlemiş olmak şüphesiz ki her faniye rastlamayacak bir şans. Bazen ise isimler sporun önüne ister istemez geçer, tıpkı saydıklarımda olduğu gibi. O sporla önceden hiç alakası olmamış birisi şans eseri bu isimlerin dehasına, azmine veya saf yeteneğine tutulup o spora gönül bağlamaya bile başlayabilir, daha da fazlası; bu isimleri izleyip etkisinde kalanlar, çocuklarına da bu tutkuyu aktarmayı ve onları spora yönlendirmek gibi önemli bir gelişimin de önünü açmaya olanak sağlarlar. Fakat bizim bu isimlerle kurduğumuz bağ saf bir tutku şeklinde görünse de sınırlar aşıldığında belli problemleri beraberinde getirmekten kaçınamıyor. Bu yazıda spor taraftarlığının tehlikeli yanlarına değinmeye çalışacağım.
Biz bu sporcularla nasıl bir bağ kuruyoruz da onların başarıları bizim başarımız; hatta övüncümüz haline dönüşüyor çoğu kez? Bağlı olduğumuz sporcular sayesinde ait olduğumuz toplulukta bir ayrıcalık bile yakalıyoruz çoğu zaman. “Bak nasıl kazandı Roger bu yaşında” veya genç bir spor izleyicisine Phelps’i 2016’da belki son kez izlerken “çok büyük efsane, kimseye bırakmaz altını” derken kendisine olan limitsiz inancımızın somut bir başarıya dönüşmesini kutluyor ve gururlanıyoruz. Onları televizyon başında izlemek için günler öncesinden planlar yapılıyor, haliyle insan oldukları için kaybettiklerinde ise karalar bağlıyoruz. O görkemli anlardan tatmin olmayı bile bilmiyoruz aslında, beklentileri astronomik noktalara çıkartıp, üzüntü yaratmayı başarıyoruz. Sorun sanırım spordan uzaklaşıp işi kişiselleştirmekten kaynaklanıyor. Takımlarımızı veya favori sporcularımızı kendimizin bir uzantısı gibi görüyoruz. Öncelikle bu sporu sevip sevmediğimizi, devamında ise tutkunu olduğumuz efsanenin bir daha tekrarı olmayacak anları (iyi veya kötü) için minnettar olmayı öğrenmemiz gerekiyor. Zaten büyük bir şansa sahibiz onların döneminde yaşayıp, onları yakından takip edebilecek donanıma erişebildiğimiz için. Yeterince tatmin edici değil mi? Tutkunun büyümesinde ve yayılmasında fakat aynı zamanda değersizleşmesinde sosyal medya büyük rol oynuyor. Herhalde Jordan veya Maradona ile ilgili her şey bugünkü gibi şeffaf olsa bu denli sevilmezlerdi. Bugün gösteriyor ki devamlı “iyi” ve “pozitif” görünen sporcular taraflı tarafsız seviliyor. Örneğin, Novak Djokovic hala geçmişte yarattığı algıdan dolayı Nadal-Federer klasmanına yaklaşmayı bile başaramadı sempati toplama konusunda. (Bu konuda özellikle çalıştığını söylemek lazım.) Draymond Green eğer o “iyi insan” profilini yansıtmaya çalışsaydı bugün en sevilen isimlerden biri olurdu basketbol dünyasında. Gerçeği ise biliyorsunuz. Beklentiler doğal sınırın ötesine geçtiğinde sporcular da belli bir kalıba girmek zorunda kalıyor, özel hayatın kalmadığı bir ortamda olabildiğince sevilmek, takdir görmek için. Hikayenin devamı ise karanlık: perde arkasındaki yalanlar, doping ve benzeri suçlar sürekli artıyor. Ahlaki olarak halihazırda dev bir problem iken, bunun ikon sporcularda ayyuka çıkması işi iyice çığırından çıkarıp spora zarar veriyor, verecek. Bireysel sporlar bunun basit yaşanabileceği alanlarken, takım sporları -bir takıma bağlılık- bu konuda avantaj sağlıyor, tutkunuz en azından tek bir sporcuya bağlı olmuyor. Fakat aynı alışverişi, verdiğimiz emeğin karşılığını takımımızdan da bekliyoruz; hatta bu toplulukla birlikte icra edilen bir ayine dönüştüğünden oluşan etkiyi büyütüyor.
Karşılıksız seviyorum diyoruz ya, o da büyük ölçüde yalan mesela. Karşılık bekliyoruz onlardan, sorguluyoruz da içten içe. Kariyerleri düşüşe geçtiği zaman uzaklaşıyoruz, küsüyoruz belki başka isme tutunuyoruz. Bir bakıma kolaylaştırıyor bu düşüş zamanları önlenemez olanı, vedayı. Hiç düşünmeyiz işler iyi giderken vedayı. Evet inişler olur ama çıkışa geçeceğini biliriz bir şekilde. O ismin bir daha bir şey kazanamamasına alışmak mı? Evet, sanırım, zor ama alışabilirim. Peki, bir daha O’nu en iyi olduğu yerde göremeyecek olmak? Bu çok zor, bir şeyin “son” olduğunu bilmek gerçekten zor. Ölüm gibi bir şey.
Alışıp kabul edip devam etmek zorundayız. Fakat biz bu sporları yaşam için zaruri olduğundan takip etmiyoruz ki, neden devam edelim? İşte o noktada eskisi gibi bakmak zor oluyor spora. Özellikle bir isme çok bağlı olanlar bunu yaşamıştır veya yaşayabileceğini hissediyordur şimdi. Bize düşen gerçeğin çizgisinden uzaklaşmadan, sporculara insanüstü misyonlar yüklemeden tutkumuzu yaşamak. Farkında olmadan hem sporculara hem de ilgili spora büyük zararlar veriyoruz. Oysa onlar sporu ve gelecek sporcu adaylarının geleceği elimizdeki en büyük değerler, kendilerinden bir daha gelmeyecek olsa bile onlardan daha iyilerinin geleceği kuşkusuz. Evet şanslıyız, ama tek başımıza değiliz. Sporun ve spora teşvik etmenin değeri bizim bireysel hazzımızdan çok daha değerli.
Faydalı Bağlantılar
https://www.seattletimes.com/sports/the-psychology-of-being-a-sports-fan/
The Psychology Of Social Sports Fans: What Makes Them So Crazy?
https://www.washingtonpost.com/opinions/the-psychology-of-why-sports-fans-see-their-teams-as-extensions-of-themselves/2015/01/30/521e0464-a816-11e4-a06b-9df2002b86a0_story.html?utm_term=.b5a0df6ca996