Sezonun Grand Slamlere en uzak olduğu bu dönemde o 4 büyük turnuvayı hatırlamak için bir yazı kaleme almak istedim. Birçok tenissever için sezonun 4 ana noktası olan Grand Slam’ler, aslında sezonun tamamını ifade etme konusunda her zaman yeterli olmayabiliyor. Sezonun tamamına baktığımızda karşımıza çıkan tablo, 4 Grand Slam ile sezonu özetlemeye kalktığımızda varacağımız sonuçtan kimi zaman farklı oluyor. Yine de, bu 4 turnuvayı neden sevdiğimi veya sevmediğimi ufakça özetlemek isterim.
Bu sıralamayı en az sevdiğimden başlayarak yapmak istiyorum:
- Wimbledon Tenis Turnuvası
Birçok tenisseverin en sevdiği, en büyük hevesle beklediği turnuva belki de Wimbledon. Üniformavari beyaz kıyafetleri, sık sık gelen yağmur araları, en eski Slam olmasıyla fazlasıyla karizmatik bir turnuva. Pete Sampras’ın, Williams kardeşlerin ve tabii ki Federer’in evi, kısacık çim sezonun son ve en üst seviyedeki durağı. Ben de her yıl ufak bir burukluk ve tutuklukla da olsa Wimbledon’u bekliyorum. Yüzyılın belki de en destansı maçı 2008’de bu turnuvanın merkez kortunda oynandığında, maalesef o maçı ben seyretmemiştim, hayatımdaki eksikliklerden birisi bu.
Wimbledon gerçekten de bir İngiliz turnuvası, geleneklerine sıkı sıkıya bağlı İngilizler Wimbledon’u da her sene aynı formatta organize ediyorlar. Örneğin ilk pazar günü maç oynanmıyor, ancak bir erteleme durumu olursa ve sıkışıklık yaşanırsa 1-2 maçın oynanmasına müsaade ediliyor. Mesela geçen sene saat gece 1’den sonra maç oynatmama prensibi yüzünden Nadal ve Djokovic’in efsanevi yarı final mücadelesi kesintiye uğramış ve ertesi güne sarkmıştı. Halbuki sporcuların ısındığı, seyircilerin havaya girdiği bir durumda maçı ertelemek hiç de doğru bir karar değildi bence.
Bunun dışında ben hızlı kort oyununu fazla sevmiyorum zira servis volecilerin parladığı bir ortam oluşuyor çim kortta. Misal, bu yıl erkekler çeyrek finaline kalan 8 oyuncunun 4ü (Del Potro, John Isner, Kevin Anderson ve Milos Raonic) Big Serve diye tabir edilen, servisiyle rakibini darmadağın eden tipte oyuncular.
Özetle, Wimbledon kötü bir turnuva sayılmaz bence ancak lanse edildiği kadar gösterişli olduğunu da düşünmüyorum. Servis-volecilerin fink attığı, fikstürün sıkış tıkış olduğu bir turnuva Wimbledon.
- Amerika Açık Tenis Turnuvası
Bir Grand Slam olup olmadığı bile tartışılıyor. Sektörü besleyen Nike’a bir kıyak olarak görenler var bu turnuvayı ama ben tabii ki o kadar ileri gitmek istemiyorum. Burası da Jimmy Connors’un, Juan Martin Del Potro’nun ve bu yıl da Naomi Osaka’nın tarihi yazdığı yer. Yine de bu turnuvaya da söyleyeceklerimi baştan söyleyeyim. Her şeyden önce, final setinde tie-break oynatılan bir Grand Slam olmamalı bence, bunu katiyen kabul etmiyorum. Bu uygulama, maçlar daha uzamasın, kısa ama yüksek dozda bir heyecan yaşansın diye ortaya kondu ve Amerika halkının birçok spor aktivitesine bakışını özetler nitelikte bir uygulama. NBA’i pazarlamak için 3 adım kuralı koyan da, Amerika Açık’ta final seti tie-break’i oynatan da aynı bakış açısının ürünü. Ben bunu kabullenemiyorum.
Ancak, burayı da sevmemin bir sebebi var, o da tabii ki birçok tenisseveri 2009 finalindeki oyunuyla kendine aşık eden Juan Martin Del Potro. İstisnasız her yıl, ortaokul 2. sınıftan beri bekliyorum ki Del Potro şu turnuvayı bir kere daha kazansın. Bu sene finalde Djokovic ile karşılaşırken gece 2.30’a kadar uyanık kalıp seyretmiştim o maçı, benim için o kadar anlamlı olacaktı Del Potro Arthur Ashe’de o kupayı ikinci kere kaldırması. Bir bakıma bu bekleyiş bile Amerika Açık’ı Wimbledon’un önüne koymam için yeterli oldu.
- Avustralya Açık Tenis Turnuvası
Geldik sezonun ilk Grand Slam’i, Novak Djokovic’in bir bakıma çiftliği haline getirdiği Melbourne’e. Kazandığı 15 Grand Slam’in 7’sini burada kazanan Djokovic, Avustralya Açık dendiğinde aklıma gelen ilk isim.
2008 yılında bir değişime uğrayan Melbourne kortu, rebound ace zeminden yapay zemine geçti. Eski kortun rengi beni daha çok cezbediyordu, o yeşil korttaki final maçları daha sevimliymiş sanki. Şimdiki kortun rengi biraz koyu, iç boğucu geliyor nedense. Yine de, benim için sömestr tatillerinin başladığını ifade eden Avustralya Açık hep çok güzel bir turnuva olarak aklımda yer etti. Hele 2 sene önceki turnuva..
Dillere destan bir turnuvaydı 2017 versiyonu, Nadal ve Federer’in küllerinden doğduğu, Angelique Kerber’in önlenemez düşüşünün başladığı, 20 yıl önce başlayan Williams Kardeşler hegamonyasının bir kere daha ayyuka çıktığı bir turnuva olmuştu ve Federer, destansı bir maçın sonunda 18. Grand Slam şampiyonluğu için alkışlanmıştı Rod Laver Kortu’nda.
Umuyorum ilerleyen yıllarda Djokovic hegamonyası tekrar başlamaz da, yeni nesil tenisçileri; Stefanos Tsitsipas’ı, Alex Zverev’i, Andrey Rublev’i, Daniil Medvedev’i ve daha nicelerini bu kortta parlarken görürüz, zira Kerber de, Djokovic de, Wawrinka da ilk büyük çıkışlarını hep Avustralya’da, Melbourne’de gerçekleştirdiler, ve tarihe isimlerini yazdırdılar.
- Roland Garros, Fransa Açık Tenis Turnuvası
Tatlı Mayıs havası, okulların kapanışı, toprak kort sezonu, açık kortlar, Fransa seyircisi ve tabii ki Paris… Bana hatırlattıkları keşke bunlarla sınırlı olsa Roland Garros’un. Yaz mevsiminin gelişini müjdeleyen Fransa Açık, toprak kort sezonunun kuşkusuz zirve noktası. Özellikle kadınlar tenisi için bence sezonun en çekişmeli turnuvası Fransa Açık çünkü devamlı sürpriz şampiyonlar çıkartan, kendi yıldızlarını yaratan bir yer burası. Ana Ivanovic hikayesi de, Garbine Muguruza hikayesi de, Jelena Ostapenko hikayesi de hep burada başladılar. Şarapova hikayesinin de zirve yaptığı, Mariya’nın kariyer Grand Slam’ini tamamladığı yer Paris’ti, bu kızıl topraktı. Dikkat ederseniz erkekler tenisiyle alakalı edecek tek kelimem yok, o başlı başına bir destan, bir anıt.
En yavaş kort toprak korttur, bu yüzden oyuncuların vuruşları ve yer tutuşları için bolca vakitleri olur ve kayarak yaptıkları vuruşlarla sakatlanma ihtimalleri her daim en aza iner. Ben hızlı tenis veya servis-vole izlemekten hiç zevk almıyorum açıkçası, dayanıklılığın ve dirayetin yüksek olduğu tenis hep daha cazip geliyor bana. Svitolina’nın tenisi de son 2 yılın yılın toprak sezonunda, Roma Masters ve Roland Garros turnuvalarında zirve yaptı ki, Odessalı tenisçinin Roland Garros’u kazanması içten bile değildi.
Dediğim gibi, Fransa’ya baktığımda ben hep güzellikleri, kaliteyi görüyorum. Seyircisi de kaliteli Paris’in, fazla gürültü çıkarmayan, sakin sakin tenisini izleyen insanlar. Amerika’daki seyircinin tam zıddı. Amerika, az önce bahsettiğim gibi, bu tür organizasyonları bir eğlence (entertainment) olarak gördüğünden dolayı rahatsız edici taraftar tepkileri, futbol maçı izliyormuş izlenimi yaratan tezahüratlar ortaya çıkıyor ki ben bundan zevk almıyorum. Tenis konsantrasyon oyunudur, ve buna en büyük saygıyı da Paris seyircisi gösteriyor.
Evet, benim favorim Fransa Açık, Roland Garros. Bütün Grand Slamleri severek takip ediyorum, hepsinin sevdiğim ayrı ayrı özellikleri var ama Paris’in yeri başka. Kim bilir, belki bir gün bir delilik yapar da 6 aylık maaşımı tek bir maç izlemeye Paris’e gitmeye harcarım. Bu, şu anda o kadar da kötü bir fikir gibi durmuyor.
Kaynakça:
Fotoğraflar aşağıdaki adreslerden alınmıştır
https://theincredibletide.wordpress.com/2012/05/18/a-brunette-playing-some-sport/ana-ivanovic-2008-roland-garro
https://www.google.com.tr/url?sa=i&rct=j&q=&esrc=s&source=images&cd=&ved=2ahUKEwia4cuZheLgAhWGDOwKHYL1CxAQjhx6BAgBEAM&url=https%3A%2F%2Fwww.eurosport.co.uk%2Ftennis%2Faustralian-open%2F2007%2Fheat-policy-revised_sto1400176%2Fstory.shtml&psig=AOvVaw212R611Jl4bjvRgVN9aXBK&ust=155156740441721
https://www.dailymail.co.uk/sport/tennis/article-1213534/US-OPEN-2009-Emotional-Juan-Martin-del-Potro-comes-stun-Roger-Federer-claim-dramatic-set-triumph.ht
https://www.sportsandmerits.com/makale/165-wimbledon-tenis-turnuvasi-ozet-goruntulerinde-yapay-zeka
http://www.tennisnow.com/Blogs/NET-POSTS/November-2017-(1)/Big-Changes-are-Coming-to-Grand-Slam-Tennis-in-the.asp