Demokrasi tarihinin sayfalarında dolaşırken sağ-sol kavgaları gördük, ihtilaller yaşadık. Kan aktı, idam sehpaları kuruldu. Ancak bunlar ülkenin yönünü hiçbir zaman değiştirmedi. 1980’lere geldiğimizde ise bir kişi çıktı ve sistemi kökünden sarstı. İnsanların dünyasını değiştirdi. Bu kimine göre büyük bir devrim kimine göre bazı değerlerin yıpranmasıydı. Ne olursa olsun, bu insan ülkenin bir dönemine damgasını vurdu.
Mehmet Ali Birand’ın bu sözleri size hangi siyasetçiyi çağrıştırıyor, nasıl düşünürsünüz bilemiyorum ama bu insan, ülkenin her on yılda bir gerçekleşen kötü kaderini bir kez daha yenen, 12 Eylül’ü bitirip, Türkiye’nin yeniden demokrasi denizine açılmasını sağlayan Turgut Özal’dır ve şu bir gerçek ki; kimilerinin eleştirip yerden yere vurduğu, kimilerinin ise kahraman ilan ettiği Turgut Özal döneminde sağ – sol kavgası durmuş, ekonomi yeniden rayına oturmuş ve her alanda Türkiye’nin dış dünya ile entegrasyonu hız kazanmıştır. Bu açıdan bakıldığında -Mehmet Ali Birand’ın da belirtiği gibi- Özal dönemi bir devrim olarak tanımlanabilir. Ancak bazı hususlar var ki bunlar toplumun nasıl yozlaştırıldığına, devletin içinin nasıl çürütüldüğüne dair tipik örnekleri de içinde barındırmaktadır. Turgut Özal ekonomik yapının hem devletin hem de toplumun yapısını çarpıcı bir şekilde değiştirebileceğine inanan sayılı siyasetçilerin başında gelmiş ve siyasi hayatı boyunca serbest piyasa ekonomisini yeşertmek ve onun önündeki engelleri kaldırmaya dönük politika izlemek onun ana hedefi olmuştur. 1980’lere baktığımızda Özal’ın önündeki en büyük engellerin başında Türk bürokrasisinin olduğu söylenebilir. Turgut Özal bürokratik yapıyı bir tehdit unsuru olarak görüyordu. Öyle ki 46. Hükümetin başkanı olarak yapılan ilk toplantıda bakanların bürokratlar tarafından akıllarının çelinebilme ihtimaline karşın, yapmak istediği temel reformları bakanlarına, daha görevlerini teslim almadan imzalatmıştır. Hatta bu nedenle başbakanlığı boyunca Özal bakanlar kurulu tarafında bir patron olarak görülüyor, yakın çevresi ona sayın başbakan olarak değil patron olarak hitap ediyordu.
[box_dark]Bürokrasi[/box_dark]
Özal serbest piyasa ekonomisi yolundaki en büyük engellerden biri olan bürokrasiyi, ki özelleştirmeler bu yolun mihenk taşıdır, yıkmak değil, dünya konjonktürüne adapte etmeyi amaçlıyordu. Bu amaçla gazeteci Cüneyt Ülsever’in de içinde bulunduğu bir grup, Amerika’nın tüm büyük eyaletlerini taradı ve Turgut Özal’ın oğlu Ahmet Özal’ın da önerdiği, geleceği parlak, iyi eğitim almış, vizyon sahibi yaklaşık 150 kadar Türk gencini buldu. Temasa geçildiğinde, Özal’ın büyük ümitlerle ithal edip, bürokrasiyi emanet ettiği ve kamuoyunun Turgut’un prensleri olarak tanımladığı bu gençler Türkiye’ye geldi ve gerek kamu gerekse özel sektöre, gazetecilikten tutun da bankacılığa kadar geniş bir alana yerleştirildi. Artık Türkiye’de her alana Türk değil, görmüş geçirmiş, dünya şartlarını iyi bilen ve bu şartlara iyi adapte olabilen dünyalı Türkler yerleştirilmeye çalışılıyor; ülkenin dış dünya ile etkileşimine ivme katılmaya çalışılıyordu. Bu tarz gelişmeler dışarıdan büyük destek toplarken, içeride sert eleştirilen de muhatabı oluyordu. Gazeteci Emin Çölaşan prensler konusunda şu sözleri dahi söylemiştir. “Bankalar hırsız ve hortumcu prenslerin eline verilmişti. Kurda kuzu teslim edilmişti ve Özal döneminde yaşanılan olumlu gelişmeler, ihracatın artması gibi, bu tarz olumsuzlukların gölgesinde kalmıştı”. Açıkçası prenslerden kaynaklanan olumsuzlukların tek sorumlusu Özal olmadığı gibi, prenslerin de bir çok hatalar yaptığı göz ardı edilmemelidir. Esas sorun prenslerin bürokrasiye yerleştirilme şekliydi; iyi eğitim almalarına, vizyon sahibi olmalarına karşın deneyimsiz olan, daha önce büyük yetkiler ile görevlendirilmemiş prensler, Türkiye’ye getirilir getirilmez kamu ve özel sektörde üst makamların başına geçmişlerdir. Halbuki onun yerine hem sisteme hem de devlet ve toplum normlarına uyum sağlama adına prenslerin daha alt kademelerde görevlendirilmesi ve bu sayede tecrübe kazandırarak, sisteme daha iyi monte edilmeleri sağlanmalıydı. Dış dünyanın kuralları ile büyüyen bu kişiler tecrübe eksikliği ve bir takım çıkar peşinde koşan kişilikleri nedeniyle bazı kişiler tarafından çengel atılabilmesi çok daha kolay olmuştur.
[box_dark]Rüşvetin Belgesi mi Olur Lan P…Zvnk[/box_dark]
Amerika’dan getirilen prenslerin kaçı yolsuzluğa bulaştı, kaçı masumdu şu anda bilinmiyor. Bu duruma neden olarak ise günümüzde olduğu gibi bu kişilerin hukukun boşluğundan son derece etkili bir şekilde yararlanmaları ve siyasi bağlantıları sayesinde bir nevi dokunulamaz olmaları gösterilebilir. Ancak bir dava var ki belki de 2.Susurluk olarak adlandırabilir. İşin içine bir prens, mafya ve Özal ailesi karışmış ve siyasetin kokuşmuşluğunu gözler önüne sermiştir. Özal döneminde sivrileşen iş adamı Selim Edes, devlete ait Emlak Bankası’na 100 milyon dolarlık bir arsa satmış ancak parasını alamamıştı ve işinin halledilmesi amacıyla bankanın genel müdürü ve Özal’ın prensleri içerisinde en tanınanı olan Engin Civan‘a 5 milyon dolar rüşvet vermişti. Ancak işi yine halledilememişti. Türkiye’ye geldikten sonra Denizcilik Bankası ve Emlak Bankası’nın genel müdürlüğünü üstlenen Prens Civan, görevinden ayrıldıktan sonra, Selim Edes verdiği rüşveti geri istemiş ancak aldığı cevap hangi para olmuştur. Tüm kapıları suratına kapanan Selim Edes Özal ailesini, Semra Özal, ve iki mafya babasını, Alaattin Çakıcı ve Dündar Kılıç’ı devreye sokmuş ve Engin Civan kolundan vurulmuştur. Bunun üzerinde olay önce basına sonra yargıya taşındı ve kamuoyuna Civangate Skandalı olarak tarihe geçti. Mahkemede Dündar Kılıç, Semra Özal’ın ikili arasında arabuluculuk rolü üstlendiği açıklamış ve Semra Özal’ın şu cümlelerini paylaşmıştır. “İki taraf da yakınımız, mümkünse barıştırın, birbirlerine zarar vermesinler.” Yargılama sırasında Engin Civan’ın hani nerede, bana para verdiğinin bir belgesi var mı sorusuna Selim Edes’in cevabı literatürümüze geçmiştir.
“Rüşvetin belgesi mi olur lan p…zvnk.” Yargılama sonunda Engin Civan 7 yıl 6 ay hapis ve 62,5 milyon TL para cezasına çarptırılırdı.
550 gün hapis yatan Prens Civan, 2 Nisan 1996’da tahliye edildi ve ABD’ye taşındı. Para cezasının bir kısmını ödememesi üzerine Türkiye’ye getirilmesi için ABD’de tutuklandı ve Civan aynı yıl para cezasının kalanını ödedi. Rüşvet veren Selim Edes ise 111 Milyar 111 milyon TL para ve 11 yıl 8 ay hapis cezasına çarptırıldı. 6 ay hapis yattıktan sonra tahliye edildi ve tıpkı Engin Civan gibi ABD’ye gitti ve para cezasını ödemedi. Bu skandalın topluma faturası ise 500 milyon doları buldu ve Emlak Bank battı. Tıpkı bu yolsuzluktan önceleri ve sonraları gibi ceremesini yine toplum çekti.
[box_dark]Sonuç mu ?[/box_dark]
“Benim memurum işini bilir” mantığının devlet ve toplum için zararlı mı yoksa faydalı mı olduğunun cevabı nereden baktığınıza bağlı. Siyasetçi olarak Özal, devletin şeffaf, bürokratik engellerden arınmış bir yapı olması gerektiğine inanıyordu. Ancak attığı bazı adımlar ve uygulanma yöntemlerinin yukarıda bahsi geçen olayda olduğu gibi toplumun bazı değerlerin zarar görmesine yol açtığı aşikâr. Bunun en büyük müsebbibi Özal mıdır sorusuna ise cevabı tarih verecektir. Ancak şu bir gerçek ki Turgut Özal döneminde yapılan yolsuzluklar ilk olmadığı gibi son da olmayacaktır ve Özal döneminden sonra yolsuzluklar daha büyük çapta olduğu gibi yine yargılamalardan kaçacak ve devlet ile toplum arasındaki güven ilişkisine zarar verecektir. Bu açıdan bakıldığında Turgut’un prensleri bu ülke için bir milat olarak tanımlanabilir.
mehmet
Toplumun yozlaştırılıp ,yobazlaştırılıp , ahlaksızlaştırılması projesinin baş aktörü Özal dır.
Askeri darbeden sonra birileri tarafından seçilmiş,memleketin başına getirilmiştir. Prensler sadece figürandır.
Civan meseleyi çözseydi olay duyulur muydu. Hayır. İşler tıkır tıkır yürürdü.
Büyük devlet adamları güzel sözlerle anılır,
Özal “benim memurum işini bilir ” sözüyle anılıyor.Tıpkı “ananı da al git ” gibi.
Her türlü meniyyetin kapılarını sonuna kadar açtı. Yattığı yerde yatamasın..