[box_dark]Bu olay dağlarda başladı, dağlarda bitmeli…[/box_dark]
Elmadağ’da oturuyorduk o zaman. Babam 3 milyon vermişti bir gün. Bakkala gidip fileden kırmızı bir top çıkardım. Salladım yukarıya doğru. Baktım yamuk mu değil mi. Aldım, hemen başladık maça. Gecelere kadar oynadık, çocuktuk ne de olsa. Sonra Hasan, her zaman yaptığı gibi, bir asıldı topa, top otoyolun o tarafa kaçtı.
Hemen indim otoyol kenarına.
O da ne?
Asker amcalar var.
Topumu mu alacaklar yoksa. HAYIR. O, orada. Biri ölmüş. Hem de başından yemiş kurşunu.
İnanamadım, çok korkmuştum. Ağlayarak gittim eve. Yıllar sonra öğrendim Ahmet Cem Ersever olduğunu…
Tarih 4 Kasım 1993. Yağmursuz o gün Ankara. Ama Madımak’ta üzerimize çöken kara bulutlar hala görülüyor. Boş kovan falan yok etrafta. Sadece fabrikadan gelen kireç kokusu.
1972 yılında Kara Harp Okulu’ndan mezun olan Cem Ersever, 1976 yılının Aralık ayında meydana gelen Silopi Ayaklanması sonrası, halkın üzerine ateş açmak suçuyla meclis ve ülke gündemine ilk kez oturuyordu. 1976 yılında tanıştığı Nejat Söyler’in ona kaçakçılık hakkında öğrettikleri, vatansever kimliğiyle ön plana çıkan Ersever’in hamuruna maya gibi gelmişti. Ülke menfaatleri adına yapılması gereken mübah davranışları yavaş, bir o kadar da hızlı bir şekilde yoğuruyordu beyninde. 17 Haziran 1980 günü, Trabzon’un Of ilçesinde Kaymakam Vekili olarak yayınlamış olduğu bildiri, arka planda dönen ve Devlet-i Âli’ye zarar getirebilecek her kişi ve davranışa karşı dik ve otoriter duruşunu gözler önüne seriyordu.
“Devletten maaş alanlar! Devlet sizleri sokaklarda, evlerde, kahve köşelerinde dedikodu yapmanız ve anarşiye destek olmanız için beslemiyor. Siyasi alanda faaliyet göstermek isteyen, namuslu yolu tercih eder. Memuriyetten ayrılır ve gider. Aksini savunanlar bölücü, riyakâr; devlet, millet düşmanı ve namerttirler.”
Ankara Sıkıyönetim 1 Numaralı Askeri Mahkemesinin “MHP ve Ülkücü Kuruluşlar” adlı davasında ismi geçen Ersever, ülkücü kişiliğiyle lanse ediliyor o yıllarda. Hatta Tokatlı bir imam[1], onu Komünistlere karşı savaş vermesi sebebiyle mücahit olarak adlandırıyor. Takip eden yıllar teoriyi pratiğe döktüğü, devletin “iki buçuk eşkıya” diye adlandırdığı PKK ile mücadelede kendi yöntemini uygulayacağı yıllar olacaktı. 1984’te girdiği bataklıktan kurtulmak kolay olmayacaktı.
Kabul ediyor Ersever. Devlet, vatandaşını koruyamadı güneydoğuda. PKK çok büyük katliamlar gerçekleştirdi. Bunu dile getirdiğinde de “Her köye, her mezraya asker mi koyalım?” dediler ona. 1986 yılına gelindiğinde hayatına bambaşka bir dalga yön vermeye başlıyordu. Hulusi Sayın Paşa önderliğinde olduğu iddia edilen JİTEM’e Arif Doğan ve Hüseyin Kara ile birlikte dahil ediliyordu.
Bu noktada JİTEM’i açıklamak yerinde olacaktır. Jandarma İstihbarat ve Terörle Mücadele şubesi yani JİTEM’in varlığı, Teoman Koman’ın yaptığı gibi sürekli olarak yalanlanmış ve bunun iddiadan öteye geçemeyeceği belirtilmiştir. Binbaşı Ersever de Soner Yalçın’la yaptığı röportajda: “JİTEM adı yanlıştır. Öyle bir teşkilat yok. Tam adı Jandarma İstihbarat Grup Komutanlığı’dır. Böyle bir organizasyon hiçbir zaman olmadı” diyerek kurucularından olduğu iddia edilen örgütü yalanlamıştır. Bu noktada aşağıdaki fotoğrafa göz atmanızı istiyorum. T.C. İçişleri Bakanlığı Jandarma Genel Komutanlığı’nın 1994 tarihli “Hizmete Özel” telefon rehberinin 7. Satırındaki isim çok dikkat çekici:
Yine 14 Nisan 1993 tarihinde Cem Ersever’in Süreyya San isimli okuruna cevaben yazdığı mektupta: “Ben 17 Mart 1993 tarihine kadar J.Gen.K.lığı İstihbarat Grubu’nun kurucu ve komutanı idim” sözleri onun, belgelerin aksine, JİTEM’i kabul etmediğini gösteriyor. Sonuç olarak buradaki isim tartışmasında kaybolmanın gereksizliği ortadadır. Ersever yapmış olduğu faaliyetleri gizlemek adına göz önünde olan bir birimi göstermiş ya da güç kaybeden devlet mekanizmasının işlerliğini yeniden kazanmasını beklemiş olabilir. Aslolan bu birimin güneydoğuda kanun hükümlerinde yer almayan haklarla faaliyetler gösterdiği, yeri geldiğinde polis ya da asker gibi davranmaktan geri kalmadığıdır. Peki bu yapının bel kemiğini yalnızca subay/astsubaylar mı oluşturuyordu? Cevabı öğrenmek adına yine Ersever’e başvuruyoruz.
Bilindiği gibi 1984 Eruh baskını sonrası ortaya çıkmaya başlayan PKK’nın iç yüzü, 1992 yılına gelindiğinde kristal berraklığına erişmeye başlamıştır. PKK’dan kaçmayı başarabilenler, itirafçı olarak T.C. Devletine sığınmıştır. Adem Yakın ismini böylece öğreniyordum ben de. PKK’nın en üst düzey adamlarından biri kendisi. İtirafçı oluyor sonar. Lojman da tahsis ediliyor tabi. 10-15 kişiyi yakalatıyor doğuda. Abidin İvak’sa itirafçı olup hakkındaki davaya gitmeyen biri. İtirafçılığın getirdiği gizli görevler, devletin birliği ve düzenini bozmaya kalkışmasından ötürü yargılandığı davaya gitmesine engel oluyor. İşte Ersever olayının kilit kısmına geliyoruz. [pullquote_right]Gölgeler artık kalkmaya başlıyor.[/pullquote_right]
Bu itirafçılar Ortadoğu’da yaşananlar ve PKK gibi terör örgütlerine karşı strateji yoksunluğu yaşayan Türkiye’ye ilaç gibi geliyor.
Düşmanı tanıyana güvenmekten başka çaresi kalmayan hükümet, onları beslemekten geri kalmak bir yana, işledikleri yasa dışı olayların, ki bunların içine onlarca siyasi cinayeti dahil edebiliriz, üstünü kapatmakta tüm kurumlarıyla birlikte geri kalmıyor. Milli İstihbarat Teşkilatı’nın da kullandığı bu isimler zamanla kaçakçılık ve uyuşturucu ticaretine de önayak olmaya başlıyorlar. Böylece Çanakkale sırtlarında birlikte savaştığımız Kürt kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyalarda sağlanamayan huzur başka baharlara ertelenip duruyor.
İşte bataklıktan kurtulmak adına sessiz bir adım atıyor Ersever. 17 Mart 1993 günü arkadaşlarıyla birlikte T.S.K’dan istifa ediyor. Yaptığı röportajlarda ayrılmasını üç temel şeye bağlıyor: devletin stratejik eksikliği, Kürt realitesinin tam anlamıyla anlaşılmaması ve Celal Talabani ile olan ilişkiler. Ardından Mezopotamya isimli bir şirket kurup sosyal hayat tutunmaya ve Turkish Daily News, Tempo gibi yayın kaynaklarına röportajlar vererek de sessiz ayrılışını bir çığlığa dönüştürme çabası içine girmiştir. Ne de olsa terörle mücadeledeki karmaşayı haykırabilecek son isim odur 93’te.
[pullquote_left]Ona göre bölgede yaşananlar Küba Devrimi’nden farksızdır.[/pullquote_left] Sierra Meastra bölgesinde yaşayan halk ve gerillanın iç içe geçmesi sonrası, devlet yerleşim alanını büyütmüş, müteakibindeyse devletin otoritesi kitleyi kontrol altında tutmaya yetmeyerek, devrim gerçekleşmiştir. Bizler için de Gabar, Cudi, Silopi, Cizre, Yüksekova birer Sierra Maestra haline gelmiş ve müdahale kaçınılmaz olmuştur. Binbaşı Ersever’in İtirafları adlı kitapta yol haritasınıysa şöyle şekillendirmiştir Ersever:
Kırsal kesimde taktik üstünlük ele geçirilecek. Kentlerde taktik üstünlük ele geçirilecek. Tabi ki bundan kastım halka baskı yapmak, demokratik hakları kısıtlamak değildir. Devlet iki taktik üstünlüğün arasına yapı taşı harcı olarak psikolojik hareketi koyacak; vatandaşla konuşulacak. Dolayısıyla Kürt sorunu ile PKK sorunu birbirinden ayrılacak.
[box_light]Peki, Eşref Bitlis Paşayla Kuzey Irak Operasyonu ve sonrasında sırt sırta verdiğini söyleyen bu genç adam niçin öldürülmüştü? Ölümün ardındaki sır perdesi neydi? 1993’ün gölgelerinin kalkmasına son bir adım kaldı.[/box_light]
Yazının ikinci kısmı yarın.
[1] Ömer Eryurt, Seyit Ali Camii İmam Hatibi
Tarık BİTLİS
Elllerine sağlık