Asaf Koçak’ın mızıkasından dökülüyordu bu melodi… Yok olmaya yaklaşmış ruhlarını belki de son kez beslemek istemişlerdi… Bu yazı Madımak’ta hayatını kaybeden 37 cana armağan olsun. Unutulmamaları dileğiyle…
http://www.youtube.com/watch?v=lubDBy9sUS0
Tarih 2 Temmuz 1993. Cumhuriyetin temellerinin atıldığı Sivas, güne sakin bir başlangıç yapsa da, yakın tarihimize belki de en karanlık lekeyi sürmesine saatler kalmıştı.
Bir gün önce Aziz Nesin, hani şu Salman Rüşdî’nin “Şeytan Ayetleri” kitabını çevirdiği söylenen yazar, o yıl dördüncüsü düzenlenen Pir Sultan Abdal Şenlikleri’nin açılışında konuşma yapmış; bin dört yüz yıllık Kur’an için ‘inanması güç’ ve halkın yüzde altmışlık bir kesimine de ‘aptal’ demişti. Sivas’ta bölücülük ve tahriğin nedeni sayılan bu cümleler, Nesin’in ve beraberindekilerin başına öyle bir iş açacaktı ki, ne kolluk kuvvetleri ne de hükümet onları kurtarabilecek ya da kurtarmak isteyecekti…
Günlerden Cuma… Aziz Nesin, Ali Balkız, Lütfi Kaleli ve daha birçok yazar Buruciye Medresesi’nde kitaplarını imzalıyor, öte yandan gösteri hazırlıkları tüm hızıyla sürüyordu. Ancak iki gün önce ‘Müslüman Kamuoyuna’ başlığıyla halka dağıtılan bildiriler ve ‘Müslüman mahallesinde salyangoz sattılar’ başlığıyla çıkan dönem gazetesi, insanları 2 Temmuz günü için hazırlamış, deyim yerindeyse kıvama getirmişti. Olaylar silsile halinde gelişmeye devam edecek, Nesin’e ‘Sivas mezar’ edilecekti.
O esnada bir TGRT muhabiri Nesin’in yanına yanaşıyor ve röportaja başlıyordu. İslamiyete edilen hakaretlerin insanlar üzerinde yarattığı kötücül etkiden bahseden muhabirin sözünü kesip olaya karışan bir vatandaş, (görgü tanıklarının ifadelerince sakallı bir Aczmendi olduğu söyleniyor) sözlü sataşma yapıyor ve Sivas gerilmeye başlıyordu.
Kaynayan bir kazanı andıran 2 Temmuz Sivası’nda öğle vakti yaklaşıyor, insanlar Cuma namazı için medrese bitişiğindeki Kale Camii’nde toplanmaya başlıyordu. Artık geri dönüşü olmayan bir yolun basamaklarındaydı oradakiler. Cuma namazı esnasında medreseden gelen davul seslerinin, insanların sinirlerini daha da germesi ve medresenin kapılarının kapatılıp, davul yerine tef çalınması, her ne kadar yumuşak bir tavır sergilendiğinin örnekleri olsa da, Sivas’ta bir araya gelecek on beş bin kişinin üzerinde yatıştırıcı hiçbir tesir yaratmayacaktı. (Sivas’ta biraraya gelecek insanlar diyorum çünkü, öz Sivas halkının böylesine bir katliamdan sorumlu tutulması realiteden çok uzak olacağı gibi, yanlı ve bilinçsiz bir tutumun göstergesi olacaktır.) Cuma namazı esnasında bir diğer camii, Paşa camii önünde toplanan 20-25 kişilik grup insanlara Amerikan bayrağı yakarak, “Vali istifa” sloganları attırmaya başlamış ve Hükümet Binası istikametinde insanları eyleme sürüklemiştir. Bu esnada dillendirilen “Dinsiz vali istemiyoruz”, “Şerefsiz vali”, “Sivas Aziz’e mezar olacak” şeklindeki sloganlar, insanların akşam saatlerindeki şuursuz öfkelerini gün yüzüne çıkartmaları açısından ateşleyici nitelik taşımaktadır. Artık fısıltı gazetesi tüm olanaklarıyla iş başındadır. Hızını alamayan kalabalık, Buruciye Medresesi’ne, oradan Kültür Merkezi’ne taş ve sopalarla saldırmış, ardından tekrar vilayete yönelmiştir. Bu esnada sokaktaki bir vatandaşın kamera kayıtlarına geçen şu sözü çok ilginçtir: “Polis bilerek sadırganların önünü açtı.” İşte kolluk kuvvetimizin görev anlayışı, işte Devlet mekanizması… Sivas sadece bu ihmalle de kalmayacaktı tabi ki…
Yeniden valiliğin önünde toplanan kalabalığın yatıştırılması görevi, Belediye Başkanı Temel Karamollaoğlu’na verilmiş, kendisi de çıkıp kalabalığın yatışmasını sağlamıştır. Ancak yakın tarihimizin yazımında daima rolü bulunan karanlık eller, insanları dağıtmaktan öte Madımak Oteli’nin önünde toplanmaya mecbur bırakmıştı. Madımak’takiler kaçmakta artık çok geç kalmış, kalabalığın insanlık dışı duygularının kurbanı olmaya mahkum bırakılmışlardı. Az önce topluluğun dağılmasına sebep olan sayın Karamollaoğlu yeniden çıkıp “Gazanız mübarek olsun” şeklinde başladığı konuşmasıyla, adeta kan koklamak isteyen topluluğun ipini tamamen serbest bırakmıştı. Artık oteldekiler korku ve endişenin hüküm süreceği saatler yaşayacaklardı. İş çıkışıyla birlikte sayıları on beş bini bulan kalabalığa artık söz geçirmek görevini üstlenecek kimse kalmamıştı. (Kolluk kuvvetlerimizin sayıları ve faaliyetleri yazının ikinci kısmında ele alınacaktır.) Gözü dönmüş kalabalık otel önündeki arabaları ateşe veriyor, olay yerine gelen itfaiye araçlarının önüne yatıyor, otelin güvenliği için Tugay Komutanı eşliğinde gelen bir takım askeri görünce ise “Asker Bosna’ya!” ve “Allahsıza asker siper olamaz!” sloganları atarak, esirlerini kimseye vermemekte ne kadar kararlı olduğunu gösteriyordu. Keşke devletimiz de oteldekileri kurtarmakta aynı derece kararlı olsaydı…
Ve saatler 19.50’yi göstermişti…
Otel lobisinde yüzünü gösteren o kıvılcım, alev yığınına dönüşüyor ve hızla üst katlara doğru yükseliyordu. Girişte kurulan barikatta tek amaçları çocukları ve kadınları korumak olan erkekler vardı. Evet çocuklar diyorum çünkü, henüz ömrünün baharında iki çocuk; Menekşe(14) ve Koray(12) Kaya’ya da mezar olacaktı Sivas. Artık ölüm kapıya dayanmış, helallik alınmaya başlanmıştı. İşte şu anda kulaklarımızda yankılanan bu melodi, Asaf Koçak’ın oradaki kadınlara son hediyesiydi. Hayat her şeyiyle güzeldi ve ölürken de güzelce, kardeşçe ölünmeliydi. Ancak öyle olmuyordu. Islak bezlere kendini sarıp korunmaya çalışanlar, alt katlarda sıkışanlara nazaran daha şanslılardı. Bir yanda Aziz nesin, Lütfi Kaleli’ye “Beni yatağa yatır. Korkak bir ölü pozu vermek istemiyorum.” diyordu. Ölümün kanatları altındayken böylesi bir düşünceyi aklından geçirmek ve meydan okumak… Kolay iş değil doğrusu. Öte yanda ise bağrışanlar, çığlık atanlar, yalvaranlar… Sivas cehennem gibiydi artık. Dışarıdaki bir cani kamera kayıtlarına geçen şu sözüyle çok iyi özetliyordu aslında durumu: “Cehennem ateşi işte… Kafirlerin yanacağı ateş.” Çatıya dahi, atılan taşlar yüzünden çıkamayan o insanlar, ölüme boyun eğmemek adına ne kadar direnselerde, yarısına yakını ölecek ve tarihin tozu sayfalarındaki yerini alacaklardı.
O esnada otelde bulunan bir komiser, otel binasının 2’nci katından yan binaya bir geçiş bulmuş (Büyük Birlik Partisi Sivas İl Başkanlığı) ve 31 kişiyi bu yoldan tahliye etmişti. Kimileri camları kırarak aşağıya atlamayı dahi düşünmüş, belki de fazla ayakta kalamadan bayılmışlardı. O esnada camdan bir ses duyuldu: “İmdaaaat”. Lütfi Kaleli’ydi bağıran. İtfaiye hemen o noktaya yönlendi ancak kurtarılanın Aziz Nesin olduğunu anlayan bir ifaiye eri, merdivenden tahliyesi esnasında Nesin’i kolundan tutup kalabalığın içine atmış adeta “Linç edin!” demişti. Bir komiserin kalabalığın arasından çekip aldığı Nesin’in gidişini gören kalabalık da böylece dağılmaya başlıyor ve itfaiyelere yer açılıyordu. Fakat çok geç kalınmıştı. Dumandan boğularak ölen 35 kişi yatıyordu artık o binada.
Gün ışığının aydınlattığı Sivas, artık kararmış, kapkara olmuştu. Topluluğun dağılması esnasında kurşunun isabet ettiği iki can da eklenince, toplam ölü sayısı 37’ye yükselmiş, Türk Siyasi Tarihi şimdiye kadarki en bunalımlı dönemine girmişti. Süleyman Demirel “Polisle halkı karşı karşıya getirmedik” diyerek sağduyu gösterdiğini sanıyor, “Çok şükür, otelin dışındaki halkın burnu kanamadı” diyen Çiller ise işin içinden sıyrılmaya çalışıyordu. Devlet Sivas’ta yoktu, olamamıştı. Gölgelerimiz yine önümüzü kapatmış, 37 canımız dünyaya gözlerini yummuştu.
Peki neden? Sivas’ta gözardı edilenler nelerdi? Neydi Madımak’taki sır? Madımak’ın arka planını çözmek neden bu kadar zor?
Tüm bu soruların cevapları ikinci yazıda…