“İnsanların acı çekmelerinden rahatsız olmuyorum.”
Aktedron Fikret
Ben ateşi ilk kez 1918’in yangınında tanıdım. 5 yıl olmuştu anamın karnından çıkıp daha derin ve dar olan bu çukura düşeli. Yine yapış yapıştı her yer ama sıcak değil soğuktu. Dar bir rahimde yaşamak Dali’nin çizdiği kadar eğlenceli değildi.(Benden tek farkı şansıydı yoksa yeteneğiymiş, dehasıymış faso fiso. Bi’ dokuz yıl daha erken doğmuştu, daha erken düşmüştü çukura. Ah tabii, “San Fernando Güzel Sanatlar Okulu” vardı onun, alaylı değildi benim gibi. Okulu okuyan GÜZEL SANAT yapmaya başlıyormuş, bize de ÇİRKİN SANAT kaldı.)
Ben severim çirkinlikleri ve pis ayakları. Ateşi de sevmiştim, alacalı ve gölgeleydi. Renklerle, görüntülerle uyuşmuş zihinlerine bir şölendi ama ondan korkuyorlardı. Kandan korktukları gibi. Alev aç sürüngenlere benziyordu. İnce, parlak derileriyle kayıp giden, yağmurda ışıldayan, gözleri bıçaklara benzeyen aç sürüngenler… Renklerini kustuğum kara-yeşil safralarda gördüğüm…
SÜRÜ-ngenler…
SÜRÜ…
Biz aslında üç kardeştik: Samimi, Vicdani ve ben, Enisi. Fikret Enisi. Nasıl kafiyeliymiş, uyumluymuş isimlerimiz. (Başka da ortak
noktamız yoktu. Biri evlendi, biri memur oldu. Ben de eroin kullandım. Ferdi Tayfur ve Münir Özkul arkadaşlarım oldu. Ressam da oldum, alaylı. Ansiklopedilerde yazmam ama. O ağır, tozlu kağıt yığınları Dali gibilerle doludur.)
Samimiiii
Vicdaniiiii
Enisiiiii
Üç küçük domuzcuk vardı. Hep beraber şarkı söyler ve samandan, tahtadan, tuğladan evlerde yaşarlardı. Bre cahiller, bre aptallar, bre domuzlar! Assaydınız evinizin kapısına benim gibi “Mastürbasyon Garsoniyeri”. O kurtun nefesi yeter miydi yetmez miydi görürdünüz. Bi’ şarkınız vardı sizin. Neydi o… Kim kaçar mıydı kurttan…Kurttan yandım anam mıydı… Kim korkar kurttan mıydı… Haah! Buldum!
“Kim korkar hain kurttan!
Kim korkar hain kurttan!
Hain kurttan!”
Ben karanlıktan korkarım. Sinemaları sevmem, hele karanlık locaları! Göz gözü görmezken kocaman localarda birbirlerine cinsel organlarını mı gösterirler, paralarını mı sayarlar?
Sandıktayken tanıştım karanlıkla da. O localardaki gibi değil, gerçek ve çıplak karanlıkla. İçi jiletle doldurulmuş, yeşil ve ekşi bir elma gibiydi. Daha doğrusu, elmayı yuttuktan sonra gırtlağına yükselen kan gibiydi. Kendi kanında boğulurken boğazından çıkan kopuk sesler gibiydi. Zayıfım, şeffafım.Kolay sığdım yüzeyi cılk yara dolu sandığa. Sandıklar da yaralanır ve kanar. İçine çürük, küflü ve tarihi değer zırvalarıyla kokuşmuş ve kullanılmış eşya doldurulan sandıklar yaralanır.
Kabuk bağlarlar mı?
Bilmem, sen bağlar mısın?
(Bir dakika, ince bir iş çıkaracağım. Ne kadar derinden kesersem o kadar çok ve yoğun akar.)
Ben ordaydım. Karanlıkta tırnaklarımla sandığın kabuklarını koparttım. Yaraları taze kalsın, diri. Tırnaklarımdan akan kanla, sandığın kanı bir oldu, karışarak akıp gitti. Ben sandıktım da o benim içime mi saklandı, yoksa o sandıktı da ben mi onun içine girdim? Fark etmez. Her yer karanlıktı. Kopkoyu ve çıplaktı. Sandıkta karanlıktan değil diri diri gömülmekten korktum daha çok korktum toprakla doldu ağzım kakalakların uzun bacakları ben hareket ettikçe ses geldi ezilme sulu ve kemikli dolu dolu limon çatırdadı hareket ettikçe çatırdıyorum ses geliyor kalp atışı değil cok cok cok kan pompalanmıyor kalbim çatırdıyor kana bulandım lezzetli kokuyor tabutta mıyım K A R A N L I K
SAN-dık
Kim korkar sanrısız yaşamaktan…
Kim korkar sanrısız yaşamaktan…
Sanrısız yaşamaktan!
Sandıktan çıktıktan sonra aktedronla çiçeklendim. AKTEDRON… Opera dürbünlerini, İznik çinilerini ve Selçuklu paralarını da o zaman biriktirmeye başladım. Opera dürbünleriyle bakınca bile insanın içi gözükmüyor dışardan.
Ama ben şeffafım, içimi görüyorlar.
ŞŞŞŞŞŞŞŞTTTT SUS!! Ezan başladı. İpeğin dökülüşüne benziyor sesi. Ben bu müezzine aşığım. Her vakit -tam beş vakit var beş!- dinliyorum. Rüyalarımda minareler ve tayyareler görüyorum. Evden çıkmıyorum, her zaman sesini duymak istiyorum. Bir bardağın kırılışından, soğuk havalarda ağzımdan çıkan buharlardan daha güzel bir ses… Bi’ dakika…N’oluyor duyamıyorum. Bu ses sokaktan mı?
Sokaklar dolu, kalabalık. Anlamsızca bağrıyorlar, özgürlük diye tutturuyorlar. DUYAMIYORUM ONUN SESİNİ SUSUN!! İşçiler, sendikalar, özgürlük, partiler, Adnan, Turgut, Ecevit… SUSSUUUUUUUNN!!!! Büyük sanat yapıtları insanlar arasındaki farklılıktan ve acıyla dolu uçurumdan doğmuştur. Sosyal eşitsizlikten değil! İstemiyorum sizi, umut dolu söylemlerinizi de alın ve GİDİN!
Ferdi’nin şarkısını söylese bu ses… Ben,Ferdi ve O… Yan yana serçe parmaklarımızı geçirmiş, halaydayız…
“Hadi gel köyümüze geri dönelim!
Fadime’nin düğününde halay çekelim!”
Ha ha ha! Ayak bileklerimden kan akmaya başladı. Sahi ne zaman kestim ve ne zamandır kanım bu kadar koyu? Acıyor mu? Bilmem, sen acıyor musun? Yetmez. Az kan akıyor, sandık daha fazlasını istiyor. Sandıktan korkuyorum. Kandan korkuyorum. Bileklerimi keseceğim. Bu divanın üstünde diri diri gömülmeden, iç rahatlığıyla öleceğim.
Şahdamarım, ılık ve sıcak. En son sana geleceğim.
Ölüyor musun?
Ha ha ha!
Ayşe Ulu
Tarih kategorisine uygun bir yazı olduğunu düşünmüyorum. Konu gereği zaten Kültür Sanat’a uygun bir yazı, bir Kültür-Sanat yazısı tarzında yazılmış. Ayrıca Aktedron Fikret’in kim olduğunu bilmeyen insanların okurken “ne diyor bu ya” diyeceği bir yazı. Biraz daha anlaşılır ve Tarih kategorisine uygun yazılmalı.