“Duydum ki dün yine o kendini feminist sanan kadınla buluşmuşsun,
Görüşmüşsün.
Canı cehenneme demiş benim için
Varsın desin, varsın desin.
Sen ki ; gözümün nuru gönlümün sultanı
Canımın içi, başımın tacı, ömrümün varı
Ben ki ; her şeyimi sen istemeden vermedim mi sevgiyle
En büyük feminist benim, başka büyük yok!!!
Kim ki yanlış anlar feminizmi ona da geçit yok yok yok!!!
O kendini feminist sanan zavallı kadın
20 kocadan ayrı, 50 sevgiliden terk
Ben ki; seninim diye kıskanıyor anla artık”
Ali Rıza Binboğa’nın En Büyük Feminist Benim! adlı şarkısından.
Feminist ve feminizm kavramları ilk kez 1850’lerde Fransa’da kullanılmaya başlanmış, 1890’da İngiltere’de kullanılan şekliyle kadın mücadelesine toplumun tepkisi gözler önüne serilmiştir: “Fransa’daki muhabirimiz, kendilerine feminist diyen bir grup kadının…” Amerika’da 1910 yılında oy hakkı ile birlikte anılan bir kavrama dönüşen feminizmin, anlamı ve stratejileri toplumda tartışılagelmiştir. Erkekler, erkekçe kadınlığı ve haklarını masaya yatırmışlar, namus, ahlâk ve norm kavramları üzerinden kadın mücadelesinin ve feminizmin sınırlarını kalın çizgilerle çizmişlerdir. Ali Rıza Binboğa’nın yukarıda verilen şarkısında, ataerkil toplumun yarattığı feminist tiplemesine yer verilmiştir. Erkek düşmanlığı ve kıskançlık belirleyici özelliklerindendir. Sevgili Binboğa, “En büyük feminist benim!/Kim yanlış anlar feminizmi ona geçit yok yok yok!” diye haykırarak erkek egemen toplumun feminist harekete “sahip çıktığını” göstermiştir. Bu sahiplenme, ataerkil yapıyı tehdit eden feminist hareketi şekillendirme, kadın-erkek ilişkilerinin geleneksel dengelerini koruma amaçlıdır. Feminizmin kullanımında ve anlamında 1850’den bu yana değişimler yaşandığı bir gerçektir. Bu gerçeğin nasıl, ne ölçüde değiştiğini anlamak, feminizmin tarihsel gelişimini incelemekle mümkündür. Kadın hareketlerinin tarihsel izleri üç dalgayla takip edilebilir. Bu yazının konusu olan birinci dalga, kadınlığı tanımlayış şekilleriyle ve kadın-erkek ilişkilerine bakışlarıyla, talepleriyle diğerlerinden ayrılmaktadır. Dönemlerine ve feminizmin dalgalarına sığmayan, okyanuslar ötesi bir kadına; Emma Goldman‘a değinilecektir. Görüşleriyle, dalgalar ötesi feministler olarak anılabilecek Rosa Luxemburg, Clara Zetkin ve Aleksandra Kollontay’a yazıda yer verilemeyecektir. Bütün kadınlara, Rosa, Clara, Aleksandra ve adını bilmediğimiz, hükümdarların ardında gizlenen, ezilen, güçlü ve sınır tanımaz, yazılara sığdıramadığımız kadınlara… AFFOLA!
[box_light]Aydınlanmacı Feminizm sonrası Birinci dalga: Liberal Feminizm[/box_light]
Birinci dalga feminizm, 18.yüzyıl Aydınlanma Çağının hak ve eşitlik kavramlarından etkilenerek Amerika ve Avrupa’da oy hakkı ve vatandaşlık talebiyle ortaya çıkan akımdır. Devlet tahayyülü içinde, devletin kendisine ve ekonomik sistemine dair herhangi bir yapısal eleştiri getirmeden, erkekle özdeş statü talep etmesi nedeniyle, birinci dalga feminizmi liberal olarak nitelemek de mümkündür. Kendini haklar ve iş eşitliği üzerinden tanımlayan Birinci Dalga Feminizm öncesi Aydınlanmacı Feminizm
eşitlik anlayışı ve kadının toplumsal rolü üzerine düşünceleri ile Mary Wollstonecraft’ın yazdığı Kadın Haklarının Gerekçelendirilmesi metninde görülmektedir. Kadının daha iyi çocuklar yetiştirebilmesi için eğitim alması gerektiğini savunan Wollstonecraft; kadınların insan oldukları için, kadın oldukları için eğitim hakkına sahip olduğunu söyleyememiş ancak bu hakkın erkek egemen topluma getireceklerini anlatarak, hakkı talep edebilmiştir. Kadınların ‘akıl geriliği’ kabul edilmiş, “kadınlar da insan ve eğitilirlerse ‘akıllı’ olabilirler çünkü akıl ve eleştirel düşünce dediğimiz şeye eğitimle erişmek mümkündür” gibi dönem için önemli olmakla beraber aslında oldukça geri bir noktadan başlanmıştır. Fransız Devrimi’nden ilham alan Aydınlanmacı Feminizm, özünde devrimle çelişen bir harekettir. İhtilâl sırasında Kadın Hakları Bildirgesi yazan Olympe de Gouges’un giyotine mahkum edilmesi bu çelişkinin göstergesidir. Aynı şekilde, aydınlanmacı düşünürlerden Rousseau’nun Emile isimli yapıtı kadınların eğitim ve devlet sistemi içinde baskı altında olması gerektiğini savunmaktadır. Fransız Devrimi ve Aydınlanma Çağı, feminist harekete karşı çıkan, patriyarkanın teorisini geliştiren tarihsel olgulardır.
Liberal feminizmi ise sadece hak talepli feminizm olarak adlandırmak ya da radikal olmadıklarını savunmak anlamlı değildir. Kadın ve erkeğin eşit görülmediği bir sistemde eşitlik mücadelesi yürütmek, o dönem için radikal olarak adlandırılabilir. Birleşik Krallık ve ABD’de açlık grevleri, pasif direnişler, boş binalara bomba koymak gibi eylemlerle kadınların seçme ve seçilme hakkını savunan süfrajetler, bu radikalliğe örnek teşkil etmektedir. Günümüzde de Birinci Dalga Feminizmin etkisinde kalan yaklaşımlar görülmektedir. Erkeklerle her alanda eşit haklar talep eden ancak bu hakların tarif edilme biçimine, bunları tanıyan merciilere ve onların yetkisine dair hiçbir şey söylemeyen feminist yaklaşım,
modern dünyada femokrasi kavramını oluşturmuştur. Femokrasi, iktidarın makinesi olan bürokrasiyi kullanarak demokratik ve yasal yollardan feminizmin iş görme faaliyeti olarak adlandırılabilir. Dünyayı değiştirmeyi amaçlayan feminist hareket bu noktada iktidara ihtiyaç duymaktadır. “Baba beni okula gönder” gibi kampanyalarla bu anlayış günümüzde etkisini göstermektedir. Liberal feminizmin sorunlarını bu proje üstünden incelemek gerekirse; toplumsal cinsiyet rolleriyle örülü bir sistemi kampanya çerçevesinde desteklemek ve çocukların okula gitmemesinin tek nedeni babalarmış gibi görmek; Türk-Kürt çatışmasını, okullardaki milliyetçi sistemi gözardı etmek, projenin başlıca sorunlarıdır. Kadınlarda okuma-yazma oranını artırma amacıyla gerçekleşmiş bir projeyi “eğitim sistemi ataerkilliği, milliyetçiliği yeniden üretiyor” diyerek küçük görme, okula gidemeyen bir kız çocuğu hakkında konuşma-karar verme hakkına sahip değilim. Söylemek istediğimiz, liberal feminizmin uzun vadede olumlu sonuçlar alamayacağıdır. Ataerkinin organlarını kullanarak mevcut durumu iyileştirirken, projelere destek olurken, sorgulamayı ve eleştirmeyi sürdürmek ve farkındalığı arttırmak adına da çalışmaya devam edilmelidir.
[box_light]Türkiye’de Liberal Feminizm ve Erkek İktidarı[/box_light]
Liberal Feminizmin Türkiye’deki yankılarına bakıldığında, 2001’de yürürlüğe giren Medeni Kanun’daki mal rejimi değişikliğinin incelenmesi gerekir. Evlilik süresi içinde edinilen malların kadın ve erkeğin ortak mülkiyetine girmesinin önünü açan anlayış, erkek vekiller tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Para, mülkiyet ve iktidar konularının mal rejimi üstünden yürümesi, erkeklerin “Karılara malları yedirmeyiz!” diyerek değişikliğe karşı çıkmasına neden olmuştur. Hukukçu ve dönemin Adalet Bakanı, Hikmet Sami Türk’ün kadınların yanında yer alması ve aynı zamanda cezaevlerindeki açlık ve ölüm oruçlarına karşı kimyasal silahların kullanıldığı, altısı kadın otuz tutuklunun öldüğü “Hayata Dönüş Operasyonu” nun başında olması, liberal feminizmin iktidarın çıkarlarına ters düşmeden mücadele etmesinin olanaksızlığını ortaya koymaktadır.
Birinci Dalga’nın, bütün kadınlara seçme ve seçilme haklarının verilmesi söyleminde, ‘anne olma’ konusu dikkat çekmektedir. Modern toplumun, modern yurttaşını yetiştirecek anne figürünün eğitimli olması önemlidir. Kadınlara tanınan bu hak, ulus-devleti güçlendirecek bir araçtır. Mustafa Kemal’in, “Bugün annelerimizin sorumlulukları herkesten büyüktür” sözü, annelerin ‘ulusun anneleri’ olarak hak talep ettikleri konularda zorunluluklarının olduğunun çünkü ulus-devlet projesinin taşıyıcıları olduğunun göstergesidir. Cumhuriyet Kadınları olarak isimlendirilen, kentli, batılı kadınlar, bu söylenenleri misyon olarak benimsemiştir. Kemalizm modernleşme gösterirken kadın bedenini kullanmıştır, benzer şekilde İslam hareketi, türban meselesini mağduriyet söylemi üzerinden kullanmış ve bu sayede daha da kitleselleşmiştir. Özgürlük, modernlik kavramlarının kadın giyimi üzerinden tanımlanması kadının sosyo-politik açıdan metalaştırıldığını gözler önüne sermektedir.
[box_light]Dalgaları aşan kadın: Emma Goldman[/box_light]
Birinci Dalga Feminizm’in sistem çarklarına sıkışmaktan kurtulmuş, talepleri ve mücadelelerini genişletecek, kısırlıktan kurtaracak bir kadını vardır. Zaten eksikliklerine ve getirilerine değindiğimiz Birinci Dalga ve bu
dalganın modern izlerinin yanında ayrıksı düşüncelere, ilham veren kadınlara değinmek, dalgaların ötesini aşmak gerekmektedir. Emma Goldman, savcılar tarafından “Tanrısız bir kadın ve Amerika’nın en tehlikeli kadınlarından bir tanesi” olarak anılmıştır. 19.yüzyılda kürtaj hakkından ve beden politikalarından söz eden Goldman’ı, Liberal Feminizme karşı duruşuyla ve farklılıklarıyla incelemek, Birinci Dalgaya yönelik alternatif bir bakış açısı kazandıracaktır.
1789 doğumlu Emma’yı Birinci Dalga’dan uzak tutan, düşünceleri, Anarşist Femizime olan inancıdır. Emma, anarşizmin sert varoluşuna karşı gelmekte, özgür aşkı savunmaktadır. Kadınların özgürleşmesinin evlilik kurumunun ve çekirdek ailenin reddiyle mümkün olduğunu savunmaktadır. Kadın mücadelesi çerçevesinde aşkın feda edilmesine karşı çıkmaktadır. Aşkın esaret biçiminde yaşanmasına neden olan kurumlara, değer yargılarına karşıdır. Erkeklerin tanımladığı, eşitliğin sınırlarını ve ölçüsünü devletin belirlediği bir feminizm anlayışının mümkün olmadığını savunmaktadır. Ona göre kadınların özgürleşmesi kendilerinden kaynaklı olacaktır.
Emma, Birinci Dalga Feminizmin “modern kadın” algısını eleştirmektedir. Modern kadınların erkeklerce biçimlendirilmiş toplum tarafından dikkate alınması için kamusal alanda yaptıkları herhangi bir işte son derece profesyonel olmaları gerekmektedir. Erkekler kadar ciddiye alınmak için işi mükemmel yapma zorunluluğu/nosyonu modern kadınlar tarafından kabul edilmiştir. Otoritenin belirlediği bu nosyonu içselleştirmek ve toplumda var olabilmek, kendini kanıtlayabilmek için “kadınsı” tüm özelliklerden uzak durmak, erkeklere benzemek Emma’ya göre sorunlu bir durumdur. Birinci Dalga Feminizm’in oy hakkı talebini küçümseyerek, hakkın kamusal alanda hangi efendi tarafından hükmedileceğini seçmekten öteye gitmediğini savunmaktadır. Kadının bu şekilde yarı özgürleşmiş yapay bir varlığa dönüştüğünü, profesyonel bir endüstriyelleşme sonucu, ilerlemenin ve ilerlemeci erkek zihniyetin yeni neferi haline geldiğini iddia etmektedir. Yasaların kadınları özgürleştirmediğini aksine ona zincirler eklediğini düşünen Emma, bu yasaların kadına, özgür olduğu illüzyonunu yarattığının altını çizer. Liberal Feminizmi provokatif ve radikal bir dille eleştiren Emma Goldman, kadının var olma mücadelesinde önemli bir figürdür.
[box_light]Kıyıya Vururken…[/box_light]
Birinci Dalga’nın içinde feminist düşüncenin oluşumunun, Aydınlanma Çağından günümüze geçen sürecine dalarken, hak ve hak talebi kavramlarının liberal çerçevede eleştirisini yapmış, Emma Goldman’ın kıyılarında gezinmiş bulunduk. Liberal Feminizm, Birinci Dünya Savaşı sonunda çoğu ülkede kadınlara siyasi ve sosyal hakların tanınmasıyla amacına ulaşmıştır. Kamusal alanda kendini var eden kadın, sonrasında cinsiyet rollerini sorgulayacak, kendi bedeni üstünde söz hakkına sahip olmak için mücadele verecektir. Yeni ve güçlü dalga, kendi dinamikleri ve figürleriyle toplumun gelenekselleşmiş yapısını bozmak için sırada beklemektedir.