“Kuva-yı Milliye’ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler”
Mustafa Kemal Atatürk
Ali Kemal Bey, bir Osmanlı düşünürü. İmparatorluğun en çalkantılı dönemlerinde dünyaya gelmiş, öğrenimini, düşünsel gelişimini bu devirde tamamlamış, siyasi mücadelelerini bu buhranda vermiş bir son dönem Osmanlı mütefekkiri. Mülkiye Mektebi ve Paris Siyasal Bilgiler Okulunda öğrenim görmüş, fikirlerinden dolayı sürgün edilmiş, affa uğramış, tekrar sürgün edilmiş bir İttihat ve Terakki mağduru. Tüm siyasi yaşamı boyunca İttihatçılarla ve tüm entelektüel yaşamı boyunca İttihatçı fikirlerle mücadele etmiş bir muhalif. Yaşamının çeşitli dönemlerinde üniversite hocalığı, gazetecilik, dergi yayıncılığı, şairlik, İçişleri ve Eğitim bakanlığı gibi kimliklerle karşımıza çıksa da, her şeyin ötesinde onulmaz bir vatan haini, Artin Kemal.
Ali Kemal Bey’in yaşam öyküsü, bir dönemin aydınlarının yaşam öyküsü. Ali Kemal Bey’in hazin sonu, bir dönemin nasıl kurulacağının işaret fişeği. Ali Kemal Bey’e münasip görülen muamele, siyasal yaşamımıza bırakılmış bir miras.
Çok yönlü bir fikir adamı olan Ali Kemal Bey için cihan harbinin bitip 3 büyüklerin (Enver-Talat-Cemal) yurdu terk etmesi, görece özgür bir dönemin başlangıcına işaret ediyor. Mondros Mütarekesi’nden sonra Sabah gazetesinde başyazarlık yapmış, Peyam gazetesini çıkartmış, Dahiliye ve Maarif nazırlıklarında bulunmuş. Kuva-yı Milliye’ye en sert eleştirileri getiren Ali Kemal için bu dönemin sonu ise Milli Mücadele’nin kazanılmasıyla gelmiş.
İttihatçılığı bir hastalık olarak gören Ali Kemal Bey’e göre Kuva-yı Milliye, İttihatçıların yeni bir macerasından başka bir şey değildi. Ona göre bu mücadelenin başarıya ulaşma şansı yoktu. Anadolu halkının Sevr’den daha ağır şartların altına imza atmasına yol açacaktı, çare kuvvet kullanımında değil, diğer mağlup devletlerin yaptığı gibi galiplerle müzakere etmekte, diplomasideydi. Kuva-yı Milliye’ye yönelik eleştirilerinin temelini Kuva-yı Milliye’nin finansmanını Anadolu halkından zorbalıkla elde etmesi, İstiklâl Mahkemelerinin kanunsuz uygulamaları ve İstanbul’dan gayrimüslimlere yönelik katliamları durdurmak üzere Anadolu’ya gönderilen Mustafa Kemal’in katliamlara devam etmesi oluşturuyordu. İttihatçıları acımasızlık ve eşkiyalıkla itham eden Ali Kemal, onların Anadolu halkının baş düşmanı olduğunu iddia ediyordu. Türk toplumunun Avrupa devletlerinin 19. yüzyılda gerçekleştirdiği teknik ve bilimsel atılımı takip edemeyip uygar milletler arasına giremediğini, aradaki güç farkı sebebiyle milli amaçlara kuvvet kullanımı yoluyla ulaşılamayacağını, yeni savaşların Anadolu halkına yeni yükler ve yeni acılar getirmekten başka bir sonucu olmayacağını ileri sürüyordu.
Yılların geçmesi ve TBMM hükümetinin zaferler elde etmesiyle Ali Kemal Bey’in yazılarının istikametinde de değişiklik olur. Büyük taarruzunun kazanılmasının ardından yazdığı “Gayeler Bir İdi ve Birdir” başlıklı yazısında Ankara hükümetine muhalif olanların da en baştan beri bu sonucu istediğini, ancak uygun gördüğü yöntemin askeri değil siyasi olduğunu, askeri mücadelenin başarıya ulaşmayacağını öngören ve bu sebeple Milli Mücadele’ye karşı çıkanların başka konularda fikirlerini muhafaza etseler bile, bu konuda yanıldıklarını itiraf etmeleri gerektiğini ifade eder. İttihatçıların başarıya ulaştığını ve dolayısıyla bu konuda takdir edilmeleri gerektiğini, ancak bu sonucun yanlışlarını ve yıllardır yaptıkları sonucu ortaya çıkan sorunları silmeyeceğini söyler.
Askeri zaferin ardından Avrupalı devletlerle TBMM hükümeti arasındaki müzakereler devam ederken Ankara hükümeti, Ali Kemal Bey’in tutuklanıp Ankara’ya getirilmesi talimatını verir. Ancak kendisinin halen işgal altında olan İstanbul’da olması sebebiyle bu fiilen mümkün değildir. Dolayısıyla Ali Kemal Bey’in polisiye filmlere konu olabilecek bir operasyonla Anadolu’ya kaçırılması gerekmektedir. Sivil kıyafetlerle Ali Kemal Bey’i gözetlemeye başlayan 4 polis, bir gün Tokatlıyan Otel’in berber dükkanında traş olan Ali Kemal Bey’i berber dükkanından kaptıkları gibi Anadolu yakasına, oradan da feribotla İzmit’e gönderirler. Hikâyenin bundan sonraki kısmı ise Holywood polisiyesinden çok Yeşilçam melodramına benzemekte.
Ali Kemal Bey’in Ankara’ya gönderilmesi, ordusuyla birlikte İzmit’e yerleşmiş muzaffer kumandan Sakallı Nurettin Paşa’nın kendisini görmek istemesi üzerine gecikir. Paşa’nın karargâhı olan Kasr-ı Hûmayun’a götürülen Ali Kemal Bey, Paşa’nın huzuruna çıkarılır. Nurettin Paşa kendisini çeşitli sözlerle tahkir ettikten sonra saraydan çıkarılmasını emreder. Saray kapısından çıktıktan sonra ise Ali Kemal’i hemen karşıdaki saat kulesinin altında bir kalabalık bekliyordu. Taş ve sopalarla üzerine saldırılan Ali Kemal Bey, saray kapısından tekrar içeri dönmek istediyse de kapı kapatılmış, Ali Kemal Bey linç edilmek üzere bırakılmıştı.
Belinden bıçaklanan, taş ve çekiçlerle kafası ezilen Ali Kemal Bey’in cesedi, iple bağlanarak sokaklarda sürüklendi, daha sonra Sakallı Nurettin Paşa’nın emriyle hazırlanan darağacına asılıp üzerine bir tabela iliştirildi: “Hain-i din ü vatan Artin Kemal”.
Görüşmelere gitmek üzere trenle geçtiği İzmit’te Sakallı Nurettin Paşa tarafından konuk edilen ve aralarında Ali Kemal Bey’in bazı yakın arkadaşlarının da bulunduğu Lozan heyeti, Nurettin Paşa tarafından önce Ali Kemal’in asıldığı darağacına, daha sonra ziyafet sofrasına davet edildi. Heyette bulunanlardan Yahya Kemal’in daha sonradan aktardığına göre ceset tanınmayacak haldeydi.
İstanbul basınının bu en çok ses getiren yazarının ölümünün İstanbul’daki yankısı, Ankara’nın hışmına uğramaktan korkan binlerce muhalif İstanbullunun çareyi yurtdışına çıkmakta bulması olmuştur. Rıza Tevfik Bölükbaşı’nın hatıratına göre Britanya konsolosluğunun hem binası hem bahçesi insanlarla dolmuştur, izdihamdan Amerikan konsolosluğuna yaklaşmak bile mümkün değildir.
Katil ile maktulün arasında geçen bir diyalog, Ali Kemal Bey’in sonunun neden böyle olduğunu açıklamakta. Linç edilmesinden birkaç dakika önce Ali Kemal Bey’in Sakallı Nurettin Paşa tarafından kendisine yöneltilen “Ne alıp veremediğiniz var bu vatanı kurtaranlarla?” sorusuna cevabı “Siyasi bir içtihadım vardı” olmuştur. Bugün, elinde silah değil kalem bulunan bu siyasi aktöre baktığımızda ise gözümüze çarpan, Cumhuriyet’in felsefi temellerine ışık tutacak bazı sorular:
Sonunda muzaffer olmak, tutulan yolu meşru kılar mı?
Farklı bir siyasi içtihadı olmak, bir insanı suçlu yapar mı?
Ali Kemal Bey’in cesedinin bırakıldığı yerde bugün kimin heykeli var?
Farklı düşüncelere sahip olan ve bu düşünceler doğrultusunda siyasi elitleri eleştirenler, hangi rejimlerde muhalif, hangi rejimlerde hain olur?
Ali Kemal Bey’in kaderini paylaşan başka hainler de var mı?
Muktedir olunca ilk işi muhalif basın ve aktörleri susturmak olanlar, ne tür bir demokrasi getirmeyi amaçlamış olabilirler?
KAYNAKÇA
Bülent Çukurova, Büyük Taarruz Günlerinde Ali Kemal ve Siyasi Görüşleri
Serdar Kaya, Ali Kemal Bey’in Sözde Suçları
Soner Yalçın, Gazeteci Ali Kemal’i Gizlice Nasıl Kaçırdık?
Serdar Kaya, Korku Cumhuriyeti’nin İlk Ayak Sesleri
Ali Yağız Baltacı
Sevgili Kardeşim Hayri,
Öncelikle emeğine sağlık,
Eğer ki editörlüğü bıraktıktan sonra belli bir süre yazı yazmamak hususunda almış olduğum bir karar olmasaydı, bu yazına cevap niteliğinde bir yazı yazmak isterdim. Olsun, bu yazına ilişkin düşüncelerimi yorum olarak ifade etmem de faydalı olacaktır diye umuyorum. Uzun bir yorum olacağını tahmin ediyorum, şimdiden sabrın için teşekkür ederim.
Karmaşıklığa mahal vermemek adına düşünce ve eleştirilerimi madde madde sıralamak daha doğru olur kanaatindeyim.
1-) Halledilmesi en kolay mevzu ile başlayalım istersen Sanırım bu yazının politika-tarih ortak yazısı olarak yayınlanması daha isabetli olur zira Cumhuriyet devrimi ve kurucu felsefeye dönük açık tepkisellik yazının içinde buram buram kokuyor. Arzu edersen editörlerimize söyleyelim derhal gerekli işaretlemeyi yapsınlar, politika okuyucuları da senin bu tarih yazısı içinde alenen kullanmaktan çekinmediğin politik reflekslerinden mahrum kalmasınlar.
2-) Atatürk’ün “Kuva-i Milliye’ye inanmayanlar da inananlar kadar haklı idiler” sözünü hangi kaynaktan aldığını öğrenmek istiyorum. Yoo hayır, Atatürk’ün böyle bir sözü söylemiş olduğuna ihtimal vermiyor değilim. Ancak bu alıntının bu yazı için ne kadar uygun olduğu konusunda tereddütlerim var. Ben de basit bir empati yoluyla İstanbul aydınlarının Kuva-i Milliye hareketine neden iştirak etmediklerini az çok anlayabiliyor, o dönemin zihniyeti ve geçmişteki acı tecrübelerini hesaba katarak Ankara’ya savaşmaya gitmek yerine İstanbul’da politika kovalamalarını anlamlandırabiliyorum. Gazi’nin de buna benzer bir değerlendirmesi olabilir elbet.
Ancak,
milletin namusu ve haysiyeti için silaha sarılan insanlar, Ankara kasabasında binbir yokluk içinde direniş örgütlemeye çalışırken, Beyoğlu meyhanelerinde Rum dansçıların sahne şovlarını izler iken, bir yandan şarabını yudumlayıp, diğer taraftan İngiliz dostlarıyla hoşbeş edip, bir yandan da Kuva-i Milliyeciler için “başı ezilmesi gereken yılanlar”, “eşkiya kâfirler”, “kalpaklı serseriler”, “maceraperest deyyuslar”, “Milliyetçi haydutlar”, “memleketi felakete sürükleyen gafiller” gibi en ağır hakaretleri kaleme alan Peyam-ı Sabah gazetesinin başyazarı, Damat Ferit hükümetinin medar-ı iftiharı Ali Kemal için bu sözün söylenmediğine eminim.
3-) İstiklal Savaşına karşı çıkan İstanbul aydınlarının kendilerince haklı sebepleri olabilir. Senin güzel hatırın için Anadolu halkına yaşam hakkı tanımayan, Türk/Müslüman Anadolu halkını Orta Anadolu’da sıkıştırmak suretiyle Emperyalist paylaşımı kurgulayan ve uzun vadeli yok etme planını devreye sokan Sevr antlaşmasını “Milletin Kurtuluşu” olarak manşetleyen zihniyeti de meşru görmüş olayım. Bu kurgunun senaristleri ile pazarlık yaparak Milletin kurtuluşa ereceğini düşünenlerin büyük zaferden sonra Ankara’da çiçeklerle karşılanmasını mı bekliyordun? Bu insanların zaferden sonra ağır bir tepkiselliğe maruz kalmaları, yargılanmaları, cezalandırılmaları, sürgüne gönderilmeleri yeryüzünün en doğal hadisesi değil mi?
4-) Linç hadisesine gelince; Ali Kemal’in yakalanıp Ankara’ya getirilmesi bizzat Gazi’nin emridir. Aynı Gazi İzmit’teki linç hadisesini duyunca öfkeden adeta deliye dönmüş, bu hadisenin Nurettin Paşa’nın tertibi olduğunu anlamasıyla birlikte Nurettin Paşa hakkında çok ağır ifadeler kullanmış ve kendisini derhal Ankara’ya çağırarak kızağa çekmiştir. Ali Kemal’in maruz kaldığı son, maalesef doğru olmamıştır. Doğru olan Ankara’ya getirilip yargılanması, İstiklal Savaşı boyunca kelle koltukta savaş veren milletine reva gördüğü ifadelerin hesabını açık açık vermesi olmalıydı.
5-) “Yılların geçmesi ve TBMM hükümetinin zaferler elde etmesiyle Ali Kemal bey’in yazılarının istikametinde de değişiklik olur. Büyük Taaruz’un kazanılmasının ardından “Gayeler bir idi ve Birdir” başlıklı yazısında…… “
Hayri sen benim hayatımda tanıdığım en sorgulayıcı, en zeki gençlerden birisisin. Bu zekanı ve sorgulayıcı tavrını Cumhuriyetin önderlerine karşı ortaya koyduğun kadar başkalarına karşı neden koymadığını çok merak ediyorum. İkinci İnönü muharebesi kazanıldığı zaman, “aman canım korkmayınız, bu fakir halk bu haydutları daha fazla besleyemez, iki atımlık barutları vardı, o da bitti, Yunan ordusu yakında Ankara’ya girer” sözlerinin sahibinin mi İstiklal Savaşının kazanılmasını umut ettiğini düşünüyorsun?
Türk ordusu İzmir’e girdiği zaman, İstanbul aydınlarında cereyan eden “yani aslında hepimiz zaferin kazanılmasını istiyorduk” komedisine herkesten önce sorgulayıcılığından asla ödün vermeyen senin inanmamanı beklerim. Hadi diyelim ki bu hezeyanların içinde samimiyet kırıntıları var, bu durum 2 sene boyunca milli mücadele aleyhinde en çirkin ithamları ortaya koyanları masum ve meşru kılar mı?
6-) Demek Ankara’nın hışmına uğramaktan korkan İstanbullu muhalifler Britanya konsolosluğu önünde yurt dışına kaçmak için doluştu öyle mi Herhalde Bolşevik devrimi sonrası çırıl çıplak soyularak kafeslerin içinde gezdirilip halkın tükürüklerine mazhar olan Çarlık Rusya’sının soylularının başına gelenlerin kendi başlarına geleceğini düşündüler ancak Ankara hükümetinin yakaladığı İstanbul aydınları bile Beyrut ve Bükreş’e sürgüne gönderilmekle yetinildiler. İdam edilenler de oldu elbet, ancak kahir ekseriyetinin ömrünün sonuna kadar çektiği yegane sıkıntı parasızlık oldu.
7-) Sorduğun soruların bazılarına cevap vermemin elzem olduğu kanaatindeyim.
Sonunda muzaffer olmak, muzaffer olma süreci boyunca muzaffer olamaman için her türlü tedbiri ve çabayı ortaya koyanlara karşı hiçbir yaptırıma tenezzül edilmemesini gerektirmez. Üstelik kast ettiğimiz muhaffakiyet, bir siyasi bir partinin iktidara gelmesi tarzı bir şey değildir. Bir milletin ortaklaşa verdiği istiklal mücadelesine karşı girişilmiş bir muhalefet hareketinin, üstelik emperyalist işgalcilerle birlikte iş tutanların işin sonunda milletin gazabına uğrayacak olmaları su götürmez bir gerçektir.
Farklı bir siyasi içtihadı olmak insanı suçlu kılmaz. Ancak eğer birisine “başı ezilmesi gereken yılanlar” diyorsanız kast ettiklerinizin başlarının ezilmesinden başka çareniz yoktur. Eğer o yılanlar kendi üstlerinde tepinen kayalıklardan kurtulmayı başarırlarsa hiç kuşkusuz biriktirdikleri zehirlerini kusmaktan çekinmeyeceklerdir.
Siyasi elit? Kuva-i Milliyeciler mi siyasi elit? İstanbul’da göbek büyüterek kendi kurtuluşlarının çaresini arayanlar Anadolu insanının, Anadolu kadınının ve onları etrafında birleştirmeyi başaran orta sınıf Rumeli ailelerinin içinden çıkan kahramanlarımızın yanında elitliği kimsenin eline bırakmadılar ve bırakmayacaklar? Evet haklısın, İstiklal harbi bir hüsranla sonuçlansaydı, istiklal değil ölüm olsaydı; Sevr güdümünde kurulacak olan yeni Anadolu düzeninde ve emperyalist paylaşımın kusursuz işlevi içerisinde Ali Kemal gibilerin sırtı asla yere gelmezdi.
“Muktedir olunca ilk işi muhalifleri ve basını susturmak olanlar…” yahu Allahaşkına bu cümleyi okuduktan sonra beyninizde ne çağrışım yapıyor?
Gören de zanneder ki bahsi geçen mevzu; meşru, adil ve demokratik bir seçim sonrası iktidara gelen bir hükümetin kendilerine muhalefet eden basını alaşağı etmesi mevzusu…
Burada bırakmak en iyisi.
Sevgili kardeşim Hayri,
Bu yazını çok talihsiz buldum. Üzüntüyle okudum. Yazan kişi sen olmasaydın üzüntümün yanına başka duyguları da eklerdim. Senin bu eleştirilerimden sonra üstünde durduğum hususların önemini düşünmeni ve her daim takdir ettiğim o sorgulayıcı tavrını bu sefer kendine yöneltmeni rica ediyorum.