[box_light]Yazının birinci kısmı için tıklayınız.[/box_light]
Vakti zamanında Deylemli efendilerin hüküm sürdüğü İran’ın kuzeyinde, bir yamacı Hazar Denizine değen, diğer yamacı İran’ın uçsuz bucaksız topraklarına uzanan Elbruz Dağlarının eteklerinde, İran ülkesini bir kartalın haşmetiyle adeta gökten izleyen yüce bir kaya oturmaktadır. Göğe değmek için bir el gibi uzanan bu haşmetli kayanın zirvesine de, kadim vakitlerde yaşayan Deylemli efendiler, korkudan mı bilgelikten mi bilinmez, kayanın derinliklerine kadar uzanan bir kale inşa etmişlerdir. Kartallara yuvalık eden, “Kartalın Öğretisi” anlamındaki Alamut diye isimlendirilen bu kale, bahçeleriyle ve geçitleriyle, surlarıyla ve kaynaklarıyla yüzyıllar boyunca efsanelere konu olmuş, ünlendikçe ünlenmiştir. Gel gelelim, öyle bir vakit gelecektir ki Alamut kalesi, İngiltere’den Moğolistan’a kadar korku salmış olan fedailerin sığınağı olacak ve tarihe geçecektir. 1090 yılının günü bilinmez bir vaktinde kalenin kapısında, kaleyi kumandanından teslim almak için bekleyen, beyaz cübbesine sardığı kan kırmızı kuşağıyla otuzlu yaşlarının sonundaki Nizari İsmaili Farsi, herhalde eğiteceği gençlerin bu denli ölümcül suikastçilere dönüşeceğinden bihaberdir.
Hasan adındaki bu Kumlu Farsi, çok değil, bir kaç yıl içinde Dağın Şeyhi Hasan Sabbah diye anılacaktır.
[box_dark]Gerçeğin Mit ile Savaşı: Hasan Sabbah Portresi Çizmek[/box_dark]
Çoğunuzun yukarıdaki adı duyduğuna eminim sevgili dostlar. Haşhaşilerin efsanevi önderi Hasan Sabbah.
Fedailierini haşhaş ile uyuşturucu bağımlısı yapıp, onlara kendi yarattığı cennet bahçelerini sunarak kendini cennetin ve ölümün efendisi olarak gösteren cani İsmaili lideri imajı, sanırım halk arasında en yaygın kabul edilen imajdır Hasan Sabbah söz konusuysa.
Döneminin Sünni yazarlarının kara propaganda amacıyla yarattığı, daha sonra Alamut kalesini dahi gördüğü muallakta olan Marco Polo tarafından iyice mitleştirilen, Vladimir Bartol gibi oryantalist yazarlarca da defalarca işlenen bu imaj ise, eh, ne yazık ki gerçekten hayli uzak.
Hazırsanız, Hasan Sabbah ve onun fedailerini, objektif ve bilimselce inceleyecediğimi umduğum uzun bir yazıya girişiyoruz. Dilerseniz kahvenizi hazırlayın, hatta buraya tıklayarak müziğinizi de açın.
1050’lere, İran’ın kuzeyine doğru yollanıyoruz şimdi.
[box_dark]Kum’dan Uçup İskenderiye Fenerine Konan Kartal[/box_dark]
Hasan Sabbah’ın doğum yılı net olarak bilinmemekle beraber 1050’lerin başında doğduğu tahmin edilmektedir [1]. Soyu ile ilgili kesin bir bilgi bulunmasa da, Lewis’in de içinde bulunduğu kalabalık bir grup akademisyen, kendisinin Irak’ın Kufe şehrinden göçen Yemenli bir ailenin çocuğu olduğunu kabul eder [2]. Doğum yeri olan Kum şehri, İran’ın iç kesiminde kalsa da, yeri itibariyle Kuzey İran’a, özellikle de Alamut kalesinin bulunduğu Elbruz Dağlarına yakın kabul edilebilecek bir konumdadır. Elimizdeki bu bilgi önemli, zira özellikle Kuzey İran’da yaşayan halk “yabanıl ve tehlikeli addedilen, dayanıklı, savaşçı ve bağımsızlığına düşkün” olarak tasvir edilmektedir [3]. Hasan’ın radikal ve şiddet kullanımına dayalı hareketleri ve bölgede artan Türk nüfuzuna karşı isyan bayrağı açması için gerekli koşulları sağlaması bakımından Kuzey İran halkı, bölgenin çetin ve ele geçirilmesi zor coğrafyasıyla birleşince Hasan’a ihtiyacı olanı verecektir. Bölgedeki genel inancın İsmaililik olması da, bölgede Nizari İsmaililiğin yaygınlaşmasını oldukça kolaylaştıracaktır.
Hasan Sabbah’ın çocukluk dönemiyle ilgili en ilgi çekici noktalardan biri, liderliğini üstleneceği İsmaililik İnancının neredeyse zıttı olan On İki İmam İnancına sahip bir ailenin mensubu olmasıdır [4]. Otobiyografisinin kalan parçalarından anlaşıldığı kadarıyla, özellikle ilk gençlik döneminde katı bir İsmaili karşıtıdır genç Hasan. Kendini “bilginin arayıcı ve araştırıcısı” olarak tanımlayan genç Hasan, henüz 7 yaşında babasıyla beraber -ya da babası tarafından- eğitimi için dönemin kültürel başkentlerinden olan Rey şehrine geçmiş, orada da On İki İmam inancına bağlı bir biçimde din eğitimi almanın yanı sıra, matematik, astronomi ve tarih gibi alanlarda da kendini oldukça geliştirmiştir [5]. Bu dönemde bölgede Şiiliğe karşı yükselen Sünni/Türk nüfuzu, Hasan’ın politik karakterini oluşturan temel siyasi olay olmuştur. Rey’de bulunduğu süre boyunca yaşadığı ve hayatını sonuna dek etkileyecek en önemli olay ise, Emire Zerrab isimli genç bir İsmaili ile tanışmasıdır. Hasan 17 yaşındayken tanıştıkları düşünülen Emire Zerrab, yaptıkları dini ve felsefi muhabbetler neticesinde Hasan’ın kendi mezhebine duyduğu inancı kökünden sarsmış ve onun İsmaililiği kabul etmsine sebep olmuştur [6]. Oldukça politik bir mezhep olan İsmaililiğin, Hasan’ın atılgan kişiliğine de uygun olması bu geçişi kolaylaştırıcı bir etken olarak düşünülebilir. İsmaililiğin Şiilere karşı baskı politikaları uygulamaya başlayan Selçuklu Türklerine karşı durabilecek nitelikte, radikalleşebilecek bir inanç sistemi olması da, Hasan’ın bu inanca geçişini kolaylaştıran başka bir unsurdur. Bu noktada, geçirdiği ağır bir hastalığın Hasan’ı İsmaililiği tamamen benimsemesine vesile olduğu da, kendisinin sık sık belirttiği bir durumdur [7].
Yeni inancına sıkı sıkıya bağlı olan Hasan, iyileşmesinin ardından İsmaili eğitimini tamamlamış ve bölgedeki nüfuzlu bir dai (İsmaili “davetinin” propagandasını yapan yüksek konumlu İsmaili din adamları) tarafından Fatımi Halifesine kendini tanıtması için Kahire’ye gitmesi uygun bulunmuştur. Tüm bunlar olurken, tarih 1072’yi göstermektedir. Hasan’ın yolculuğu ancak 1078 yılında gerçekleşmiştir zira bu tarihten önce bir İsmaili sofusu olarak nüfuzunu artırmak ve İsmaililik öğretisini yayabilmek için Azerbeycan, Kuzey İran, Mezopotamya, Suriye ve Filistin civarına yolculuklar yapmıştır. 1078 yılında ise, genç yaşına rağmen Kahire’de Fatımi sarayının ileri gelenleri tarafından karşılanmıştır [8].
Hasan’ın üç yıl süren ve Kahire ve İskenderiye’yi kapsayan bu gezisi oldukça önemlidir; zira bu ziyaret ile birlikte Hasan bölge politikalarının doğrudan içine girmiş ve Nizari İsmaililğin lideri konumuna yükselmesi için gereken koşulları sağlamıştır. Bu durumlara vesile olan en önemli olay ise, Hasan’ın Fatımi devletinde süregelen taht kavgasında takındığı tutumdur. Taht kavgasının temel sebebi, dönemin Fatımi Halifesi el-Muntansır’ın oğulları olan el-Mustali ve Nizar arasındaki iktidar çekişmesidir. Saray ve ordunun önde gelenleri desteğini el-Mustali’ye sunarken, Nizar daha alt siyasi ve ekonomik sınıfların desteğini almıştır. Kahire’de yaşadığı dönem boyunca Hasan da, Nizar’ın ateşli bir destekçisi haline gelmiş; bu durum da Fatımi sarayı ile ters düşmesine sebep olmuştur. Fatımi Devleti’nin en etkili askeri liderlerinden olan Bedr-ül Cemali ile yaşamış olduğu hararetli tartışmanın ardından da, Kahire’den İskenderiye’ye sürülmüştür. Bu sürgün süresince yaptığı gözlemlerin ardından, propaganda çalışmalarına devam etmek üzere 1081 yılında İskenderiye’den ayrılarak deniz yoluyla Suriye ve Irak üzerinden tekrar İran’a yollanmıştır [9].
Bu Mısır ziyaretinin önemli olmasının iki temel sebebi vardır: Öncelikle Hasan, Fatımilerin yaşadıkları iç karışıklıkların, devletin otoritesini ve ordunun gücünü iyice azalttığını gözlemlemiş ve Sünni Selçuklu Türklerinin İran civarında artan nüfuzlarına ve özellikle İsmaili Şiilere karşı uyguladıkları dini baskıya karşı Fatımi Halifesinden askeri destek almasının neredeyse imkansız olduğunu idrak etmiştir [10]. Bu da, Türklere karşı girişmeyi tasarladığı başkaldırıda yalnız başına olacağı anlamına gelmektedir. İkinci olarak, Türklerin askeri açıdan geldiği seviyenin idrakına varmış ve Türklere karşı askeri bir zafer kazanmanın kısa vadede imkansız olduğunu fark etmiştir. Bir mücadeleye girişmesi durumunda, zaferin savaş alanlarında gelmeyeceği aşikardır. Bu iki gözlemin birleşmesinin neticesinde, Hasan istikrarlı bir askeri aktör karşısında nasıl başkaldırabileceğine dair, tarihin akışını derinden etkileyecek yeni bir formül üretir: Düzenli bir askeri kuvvete karşı dahi savunulması kolay olan dağ kalelerini ele geçirmek ve düşman bellediği devletin en etkili dini/siyasi/askeri yetkililerini hedef alarak devletin iç işleyişini durduracak bir domino etkisi yaratmak. 1081 yılında Mısır’dan dönmesinin ardından, özellikle İsmaili kökenlere sahip ve artan Türk nüfuzuna karşı başkaldırmaya en meyilli olan Kuzey İran’da İsmaili propagandasını, Nizar’ı da destekleyecek şekilde oldukça etkin biçimde sürdürmüş, bir taraftan da kafasındaki formülü hayatı geçirmek için en uygun kaleleri araştırmaya ve bir grup İsmaili genci daha fiziksel bir eğitime sokmaya başlamıştır. Dokuz yıl boyunca sessiz sedasız ve oldukça yorucu bir biçimde ilerleyen bu hazırlık döneminin neticesinde, 1090 senesinde Hasan Sabbah sadece propaganda yoluyla, İran’ın en ele geçirmesi zor kalelerinden biri olan Alamut kalesini ele geçirmeyi becermiştir.
[box_dark]Kartalların Yuvası, Fedailerin Sığınağı: Alamut Kalesi[/box_dark]
Her ne kadar yazının girişinde bahsi geçmiş olsa da, Alamut kalesinin önemine tekrar değinmek gerek sevgili dostlar. Çok detaya inmemeye çalışacağım ama bir kaç noktaya değinmek, konuyu anlamak açısından hayati. Öncelikle, kalenin konumu oldukça önemli zira kale İran’ın Hazar denizi ile sınırı olan Elbruz Dağlarının oldukça yüksek bir noktasında, büyük birliklerle ulaşmanın oldukça zorlu olduğu bir noktada yer almaktadır. Bunun yanı sıra, yandaki görselde de görebileceğiniz gibi, kale granit bir kayanın bulunmaktadır. Bu durum da, kalenin savunulmasını oldukça kolaylaştırmakta zira kalabalık bir birlik kayaya ulaşsa bile, bu sefer de kayanın zirvesine ulaşmak oldukça sorun yaratacaktır [11]. Bunun yanı sıra, kale, kayanın içerisine doğru genişlemekte, bir kuşatma durumunda uzun süre hayatta kalmaya yetecek kadar da kaynak suyu barındırmaktadır. Yakındaki vadiler de kalenin besin ihtiyacını kendi başına sağlayabilmesi için olanaklar sunmaktadır.
Tüm bunlar, Hasan için Alamut kalesini en uygun üs haline getirmiştir zaten. Bir diğer önemli nokta ise, kalenin ele geçiriliş yoludur: Tüm bu özelliklere sahip olan Alamut Kalesi, tek bir insan ölmeden, tamamen propaganda yolu ile ele geçirilmiştir. Hasan Sabbah’ın yapmış olduğu “davet” çalışmaları neticesinde kale halkı ve çevre halk Nizari İsmaililiği benimsemiş, Hasan Sabbah da kaleyi terk etmekten başka şansı kalmayan Sünni kale muhafızıyla pazarlığa girişerek, oldukça cüzzi bir miktar karşılığında 1090 yılında Alamut kalesini satın almıştır [12]. Bu noktadan sonra, kale içerisinde oldukça hızlı bir biçimde örgütlenerek, emri altındaki daileri, benzer stratejileri uygulamalayarak ele geçirmeleri için diğer özellikle Isfahan civarındaki dağ kalelerine göndermiştir. Bundan sonraki aşama ise, formülün ikinci ayağını uygulamaya koymaktır: Selçukluların dini, askeri ve siyasi liderlerini tek tek avlamak.
[box_dark]Alamut’un Fedaileri, Hasan’ın Hançerleri[/box_dark]
İşte bu noktada, Batı dillerindeki “Assassin” kelimesinin etimolojik kökeni olan “Haşhaşiler” olarak ün yapan fedailer sınıfı girmektedir devreye. Beyaz cüppelerine sardıkları kan kırmızı kuşaklarıyla ve daime hazır tuttukları hançerleriyle video oyunlarından tutun, yüzlerce roman karakterine kadar birçok ürüne ilham kaynağı olmuş, tarihte suikastin ilk kez sistemli bir siyasi araç olarak kullanılmasını sağlammış bu fedailer kimdir; ne onları bu kadar özel yapar?
Fedailerle ilgili akılda tutulması gereken ilk bilgi, Alamut çevresindeki İsmaili ailelerden soyları gözetmeksizin alınan, 12-20 yaş aralığındaki gençler olmalarıdır [13]. Bu yaş aralığı oldukça önemlidir zira Hasan Sabbah’ın istediği eğitim ve adanmışlık düzeyine ulaşmaları yaşları sebebiyle çok da zor olmamıştır. Seçilen bu gençler, oldukça ağır bir fiziksel eğitime tabi tutulmuş; çeşitli silah kullanma becerilerini geliştirmenin yanı sıra, tırmanma yahut saklanma gibi eylemlerde de ustalaştırılmışlardır. Fedai sınıfıyla ilgili önemli bir diğer nokta ise, yedi aşamalı Nizari İsmaili hiyerarşisinin beşinci aşamasında olsalar da, oldukça yoğun bir entelektüel eğitim de almalarıdır [14]. Özellikle bölge halklarının kültürel yapıları, dilleri, tarihleri ve yaşam şekillerini kapsayan bu eğitimin, matematik ve astronomi gibi alanları da içerdiği kimi uzmanlarca ileri sürülse de, bu konuda bir kesinlik yoktur. Bu eğitim süresince, bir taraftan da Hasan Sabbah’a ve Nizari İsmailik öğretisine inançları öyle bir raddeye ulaşmaktadır ki, İmam’ın gölgesi olan Hasan’ın emriyle ölmek, fedailer için cennete gitmenin en doğru yolu olarak algılanmaktadır. Bu eğitimini tamamlayan fedailer, Hasan Sabbah’ın emriyle, isimlerine yakışır bir şekilde kendilerini feda ederek verilecek suikast görevini gerçekleştirmek için hazır beklemektedirler.
Bundan sonraki aşama ise suikast aşamasıdır: Fedailier, Hasan Sabbah ve diğer dailerce belirlenen hedefleri avlamak üzere eyleme geçmektedirler. Bu noktada, şunu kesinlikle belirtmek gereklidir ki, fedailerin hedefleri sadece belirtilen, devlet, din ya da ordu bazında önemli kişilerdir ve Nizari İsmaili şiddeti sivilleri ya da düşük rütbeli memurları/askerleri neredeyse hiç hedef almamıştır [15[ [16] [17] [18]. Bu sebeple, Nizari İsmaililerin eylemlerinin günümüz terör algısından oldukça farklı olduğunu ileri sürelebilir. Fedailerin belirtilen hedeflere suikast düzenlemeleri de oldukça zahmetlidir zira aksi bir zorunlu durum gerekmedikçe suikastler, hedef hançerlenerek gerçekleştirilmektedir [19]; bunun sağlanabilmesi ise sadece hedefe oldukça yakın olmak kaydıyla gerçekleştirilebilir. Bu sebeple, aldıkları eğitimin yardımıyla fedailer, kılık değiştirme yoluna sık sık başvurmuş, Ayşe Arayancan’ın da belirttiği üzere bazı suikastlerin düzenlenmesi için kimi fedailer birkaç yıl boyunca yeni bir karaktere bürünerek yaşamak zorunda kalmıştır.
Suikastlerin uygulanış biçimi de oldukça önemlidir. Vahhabi’nin belirttiği üzere fedailerin suikast için iki yöntemi vardır: İlk yöntemde hedef yoğun bir koruma altındayken, ikinci yöntemde ise hedef büyük bir kalabalığın bulunduğu bir ortamdayken katledilir. Bu iki yöntemin neticesi, fedai sınıfının var oluşunun amacıdır aslında: Korku yaratmak ve güven duygusunu yok etmek. İsmaililik karşısında takınacakları tavır yüzünden bir hedef halini alabilecekleri korkusu, bir çok yüksek rütbeli Selçuklu memurunu tedirgin etmiş, evlerinde dahi öldürülebilecekleri ihtimali de bürokraside var olan güven duygusunu oldukça zedelemiştir. Bu noktada, fedailerin sivillere zarar vermekten özellikle kaçınmaları da, halk düzeyinde korku unsuru yaratsa da, fedailerin Sünnilerden dahi bir tür hürmet görmesine de sebep olmuştur. Yazı boyunca belirtilen bilgiler doğrultusunda fedailer, ilk ve en büyük suikastlerini 1092 yılında, Ortadoğu tarihindeki en önemli devlet adamlarından kabul edilen Selçuklu veziri Nizamülmülk’e karşı düzenlemişlerdir. Ebu Tahir isimli genç bir fedainin, devletin velinimeti olarak algılanan Nizam’ı katletmesi, Selçuklular üzerinde oldukça sarsıcı bir şok etkisi yaratmıştır. Selçuklular düzenli ordularıyla Alamut başta olmak üzere Kuzey İran’daki diğer Nizari İsmaili kalelerine yönelik bir savaş açsalar da, 1124’te ölen Hasan Sabbah döneminde düzenlenen 80’i aşkın siyasi suikastin, Selçuklu İmparatorluğunun çözünmesindeki en önemli etken olduğu ileri sürülebilir.
Bu uzun yazının ardından gelecek olan, Haşhaşiler yazı dizisinin son halkası olan sonraki yazımda da, Hasan Sabbah ve sonraki baş dailer döneminde düzenlenen suikastlerin ve Haşhaşilerin giriştikleri eylemlerin, günümüzdeki terör algısıyla ne şekilde değerlendirilebileceğini tartışmaya çalışacağım. Dilerim sizleri sıkmadan kelam etmeyi becerebilmişimdir.
[box_dark]Masyaf Kartalı[/box_dark]
1176 senesinin 22 Mayıs günü, Suriye’nin kuzeybatısında yer alan Azaz kalesini gören yamaçtaki binbir renteki çiçeğin tomurcukları patır patır açarken, haşmetli Kürt komutan Selahaddin Eyyubi‘nin yiğitleri de surları aşmak pahasına bir bir vermektedirler canlarını açtıkları gedikten girerken kaleye. Elinde hilal biçimli kılıcıyla Selahaddin, savaş alanında kükreyen bir aslan gibi emirler yağdırmakta; bir düşman eri yaklaştığı vakit de kılıcını bu erin kanından sakınmamaktadır. Bu cenk hınca hınç devam ederken, Selahaddin’in yiğitlerinin zırhını bürünen iki genç adam, yiğitleri tek tek avlayarak Selahaddin’e doğru adım adım yaklaşmatadırlar. Selahaddin ne olduğunu anlamış olsa gerek, en kuvvetli muhafızlarının arkasına kaçmaya yeltenmiş, ama bir kartalın çevikliğine sahip iki genç adam muhafızlardan sıyrılıp hançerlerini Selahaddin’in gövdesine saplayabilmişlerdir. Bu kısa anın ardından da, bu iki genç adam, Selahaddin’in muhafızlarınca lime lime edilmişlerdir.
Selahaddin ise, postu deldirmiş ve yüreğine ölüm korkusu düşmüş olsa da, hayatta kalmayı becermiştir.
İki genç adama gelince, isimleri bilinmez, Suriye topraklarında bir kartal yuvası gibi yükselen Masyaf kalesinden gönderilen iki Haşhaşi fedaisidir.
Emir aldıkları zat ise, gerek Selahaddin’e, gerek Haçlılara, gerekse Tapınakçılara oldukça dert çıkartacak olan, Şeyh-ül Cebel adıyla nam salmış olan, dağın efendisi Reşidüddin el-Sinan‘dır.
KAYNAKÇA
1) Vahhabi, S. S. (2012). The Eagles’ Serene Palace of Symmetric Wisdom: Historical and Intellectual Genealogy of the Nizaris of Alamut. 2015 tarihinde, Ismaili Mail’den alınmıştır: https://ismailimail.wordpress.com/2012/10/02/the-eagles-serene-palace-of-symmetric-wisdom-historical-and-intellectual-genealogy-of-the-nizaris-of-alamut/
2) Lewis, B. (2009). Alamut Kalesi. İstanbul: Nokta Kitap Yayınevi, 79.
3) Arayancan, A. A. (2012). Dağın Efendisi Hasan Sabbah ve Alamut “Nizari İsmailileri”. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
4) Lewis, B. a.g.e.
5) Campbell, A. (2008). The Asssasins of Alamut. 2015 tarihinde, Iran Chamber Society’den alınmıştır: related:www.iranchamber.com/history/ismailieh/books/the_assassins_of_alamut.pdf anthony campbell nizari
6) Arayancan. A. A., a.g.e.
7) Lewis, B. a.g.e.
8) Vahhabi, S. S., a.g.e.
9) Vahhabi, S. S., a.g.e.
10) Badey, T. (2010, Summer). The Dagger and the Noose: The Historical Lessons of Religious Terrorism. Global Security Studies , pp. 7-11.
11) Scaliger, C. (2012, Kasım 19). The Assassins. The New American , 34-35
12) Campel, A., a.g.e.
13) Arayancan. A. A., a.g.e.
14) Nowell, Charles E. (1947). “The Old Man of the Mountain”. Speculum 22 (4).
15)Arayancan. A. A., a.g.e.
16)Lewis, B. a.g.e.
17)Vahhabi, S. S., a.g.e.
18)Campel, A., a.g.e.
19) Vahhabi, S. S., a.g.e.