İttihat ve Terakki – III: Güç, Çöküş ve Miras

Serinin ilk yazısı için: http://gazetebilkent.com/2016/12/27/ittihat-ve-terakki-i-1908e-giden-yolda-jon-turkler/

Serinin ikinci yazısı için: http://gazetebilkent.com/2017/01/23/ittihat-ve-terakki-ii-iktidar/

Güç, onu elinde bulundurana, kural kitabının çizdiği sınırlar içerisinde nüfuzlar ve imtiyazlar verse de, yapısı gereği bir noktadan itibaren yıkıcıdır. Gücü elinde tutan birçok kişi, bu hassas dengeler dünyasında, bir süre sonra şahsi arzularına yenilerek az veya çok yozlaşır. Önemli olan bu yozlaşmayı en alt seviyelerde tutabilecek dengelere ve kontrollere sahip olmaktır. Elbette ki, denge ve kontrollerin güçlülüğü, bu denge sisteminin sağlamlığı kadar, gücü elinde bulunduranın karakteri ile de sınırlıdır. Yani, güç-yozlaşma ilişkisinin sınırları, bir aşamadan sonra, iktidardaki şahısların karakterleri ile çizilir.

İşte İttihat ve Terakki’nin iktidar yozlaşmasının sınırlarını da bu dönemde etkili olacak olan üçlü yönetimin sacayakları olan Talât Paşa ve Cemâl Paşa’nın ve tabi en çok da Enver Paşa’nın karakteri belirleyecekti.

Babıali Baskını ardından İttihatçılara iktidar devri gerçekleşirken 1. Balkan Savaşı sona ermek üzereydi. 30 Mayıs 1913’te Londra’da toplanan konferansta alınan kararlar sonucu, Osmanlı İmparatorluğu, Rumeli’den neredeyse tamamen çekilmek zorunda bırakılmıştı.

Savaş sonucu Bulgaristan’ın fazla güçlenmesi, diğer Balkan devletçikleri arasında rahatsızlık oluşturmuş ve Bulgarlara karşı geniş bir Balkan koalisyonu oluşmasına sebep olmuştu. Antlaşmanın imzasından henüz 16 gün sonra, 2. Balkan Savaşı patlak verdi. Bulgarlar, dört bir yandan saldırı altında kalmanın çaresizliğiyle Edirne ve Kırklareli gibi yerlerdeki bazı kuvvetlerini merkeze doğru çekme kararı aldılar. Bunun üzerine harekete geçen Başkumandan Enver Paşa, boşaltılmış Kırklareli, Dimetoka ve Edirne’ye girdi. Bulgarların boşalttığı yerler, Batı Trakya ve Doğu Rumeli’nin de içinde bulunduğu geniş bir bölgeydi. Tüm yıpranmışlığına rağmen bu savaşı devam ettirebilecek güç ve kuvvetteki Osmanlı ordusu, Avrupa devletlerinin müdahalesinden ve savaşta kazanılan yerlerin masada kaybedilmesinden çekinen Enver Paşa’nın kararı üzerine ilerlemesini durdu. Enver Paşa’nın savaşmadan Edirne’yi alması, ilk savaştaki hezimetin burukluğunun ardından en ufak güzel gelişmede coşmaya muhtaç hâle gelmiş Türk halkının gözünde, ve elbette güçlü İttihatçı propagandanın da etkisiyle, ona, Edirne Fatihi sıfatını kazandırmıştı.

O dönem hamasi söylemleri bir kenara bırakıp realist bir bakış açısıyla bakanlar ise, Balkan Savaşları’nda, İmparatorluk’taki hastalığın artık onun tüm vücudunu esir aldığını gördüler. Nitekim, dönemin İstanbul elçilerinin Avrupa başkentlerine geçtikleri telgraflarda, Osmanlı ordusunun güçsüzleştiğinden ve gücün yeni sahibi Enver Paşa’nın hamasi söylemler peşinde koşan ve dönemin devletler dengesini anlayamayacak derecede hayalperest biri olduğundan bahsedilir.

Balkanlar’ın kaybedilmesinin ardından Osmanlı tebaası artık çoğunlukla Sünni Müslüman Türk ve Arap kesimlerden oluştuğundan, yeni dönemde İttihatçıların Osmanlıcılık politikası, yerini Enver Paşa’nın da etkisiyle, Turancılık ve İslamcılık harmanı bir politikaya bırakmıştı. Buna göre, Orta Asya alınacak ve oradaki Türki topluluklar İmparatorluk hâkimiyeti altına alınacaktı. Tüm bu propaganda, Enver Paşa üzerine inşa ediliyordu.

Osmanlı ülkesinde bunlar yaşanırken Avrupa devletleri arasındaki zayıf güç dengesi, 28 Haziran 1914’te Saraybosna’da Avusturya Arşidükü Franz Ferdinand’ın vurulmasının ardından çatlamış ve taçlar, tahtlar götürecek, büyük imparatorlukları parçalayacak 1. Dünya Savaşı başlamıştı. Savaşın başladığı dönemde, %300’lere varan enflasyon ve dış borçlar, Osmanlı ekonomisinin belini bükerken İmparatorluk’un Arabistan ve Levant’taki hâkimiyeti, git gide zayıflayarak neredeyse sıfır noktasına ulaşmıştı. Balkan Savaşı ardından yok olma aşamasına gelen ordu, bir nebze yenilense de, saldırı muharebesine dayanan bir Alman savaş stratejisini taşıyacak kuvvette henüz değildi. Osmanlı diplomasi ise, bu dönemde hiç olmadığı kadar yoğun çalışıyordu. İlk olarak Fransa ve İngiltere ile ittifak kurmak isteyen İttihatçıların bu yöndeki teklifleri, İngilizlerin Osmanlı ordusunu yetersiz bulması yüzünden reddedilmişti.

Bu arada Belçika cephesinde sert İngiliz ve Fransız savunmasından dolayı Alman ilerlemesi durmuştu. Bunun üzerine Almanlar müttefik arayışına girmişlerdi. Tam bu sırada Osmanlı-Alman Gizli İttifak Antlaşması imzalanmıştı. Bu olaydan haberdar olan İngilizler, parası ödenmiş iki gemiyi Osmanlı’ya vermemişti. Bunun üzerine Almanların, Akdeniz’de İngilizlerden kaçan iki gemisi, Goben ve Breslau, Boğazlar’ı geçip Osmanlı’ya sığınınca bu gemilerin Türk hükümetince satın alındığı söylendi. 30 Ekim 1914 günü, bu gemilerin de içinde bulunduğu bir keşif kolunun Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması üzerine Rus Çarlığı, Osmanlı İmparatorluğu’na savaş açtı. İşte böylece Büyük Savaş’a, Almanya yanında, İttifak devletleri safında, kaybedilen toprakları almak ve Orta Asya’yı fethetmek amacıyla girmiştik. Savaşa Almanya yanında girmemiz ise, safî bir mecburiyet hâli olarak görülmemelidir. Abdülhamid döneminden bu yana ordu modernizasyonunda Almanya’dan yardım alınmış ve hatta bazı Alman komutanlar[1], savaş öncesinde Osmanlı ordusu içerisinde komutanlık rütbelerine bile atanmışlardır.

Savaşta Osmanlı ordusunun Çanakkale ve Kut’ül Amare gibi iki savunma muharebesinden büyük zaferlerle çıkmasına ve Kafkas cephesinde Ekim Devrim’i ardından savaştan çekilen Ruslara karşı kazandığı başarılara rağmen,  Filistin – Suriye cephesinden ve daha sonra Irak cephesinden büyük toprak kayıplarıyla geri çekilmek zorunda kalınmıştı.

Aslında Enver Paşa’nın karakteri ve hayalperestliği; Şam’ı kaybetmiş, Bağdat’tan çekilmiş Osmanlı paşalarına, Almanların yenilgilere uğrayıp barış antlaşması hükümleri için İngilizlerle görüşmeye çalıştığı bir zamanda, savaşın bitmesine 4 ay kala, çektiği telgrafta, savaşın Alman-Avusturya-Osmanlı ittifakının galibiyetiyle biteceğini ve büyük zaferlerin onları beklediğini belirtmesinden anlaşılabilir.

Bu arada, savaş esnasında, Anadolu ve Arabistan’da isyanlar çıkmıştı. Bu karışıklıklar esnasında, Alman komutanların isteği ve Enver Paşa’nın direktifiyle 24 Nisan 1915’te Ermeni nüfusu, Kafkas cephesinden Suriye ve Anadolu’nun çeşitli yerlerine dağıtılmıştır. Bu tehcir sırasında ölen ve öldürülen Ermenilerin varlığı, bugünkü ‘‘Ermeni soykırımı’’ iddiasına temel oluşturur.

Bugün genel planda bakıldığında, bu Ermeni soykırımı iddialarının sadece çok tartışılan sayısal yönünün[2] değil, genel planda soykırım iddiasının kendisinin herhangi bir tarihsel ve mantıksal ciddiyeti olduğu söylenemez. Her ne kadar Enver Paşa’nın başını çektiği İttihatçılar, Orta Asya’nın ele geçirilmesi için yapılmış Sarıkamış Harekâtı gibi birçok olayda, basiretsiz yönetim ve fikirlerinde temelsiz hayalcilik ile suçlanabilir şahsiyetler olsalar da, ne İttihatçı liderler, Nazi subaylarıdırlar ne de İttihat ve Terakki Cemiyeti, Nazi Partisi’nin bir benzeridir.

Mantıklı ve tarafsız bakılmaya çalışıldığında görülebilir ki, eğer İttihatçı liderlerin tüm Ermenileri kırmak ve soykırım yapmak gibi bir amaçları olsaydı, bunu Ermeni kitlelerini, iddia edildiği üzere tehcir sırasında vurarak, kaçırarak öldürmek yerine, bugün birçok Holokost[3] filminde örneklerini gördüğümüz üzere, toplama kampında imha ederek yapmaları, herhalde savaş sırasında daha başka binlerce sorunla[4] boğuşan bir yönetim için daha uygun, daha kolay ve daha az maliyetli olacaktı.

Savaşın kaybedilmesi ve Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalanması üzerine Üç Paşalar bir Alman denizaltısıyla Türk topraklarını terk ettiler, bunun üzerine son dönem Osmanlı tarihinin en başat aktörlerinden İttihat ve Terakki Cemiyeti, 1 Kasım 1918 günü kendini fesih kararı aldı. Ölesiye muhalifi oldukları Sultan Abdülhamid ile birlikte Türk modernleşmesinin en büyük öncülerinden olan cemiyet, üyelerine İttihatçı ahlâkı denilen ve çalma, yalan söyleme ve ihanet etmeyi yasaklayan birtakım kurallar koymuştu. İttihat ve Terakki’yi sona götüren sebepler olarak ise; şiddet, kibir, azamet, abartılı kuvvet hayali, karşılıklı nefreti körüklemek sayılabilir. İstibdat ile suçladıkları Abdülhamid’e yönelttikleri ithamlar, kendilerine dönmüş ve belki daha baskıcı bir yönetim kurmuşlardır.

Bugünden bakıldığında görülebileceği üzere cemiyet, Türk siyasi hayatına birçok miras bırakmıştır. Çöküş döneminin ardından bir kısım İttihatçılar (Enver, Talat, Cemal) yurtdışında çeşitli yollarla mücadeleye devam etmişler, bir kısmı (Kazım Karabekir, Celal Bayar) ise Anadolu’da Milli Mücadele’ye katılmışlardır.

Cumhuriyet tarihine bakıldığında ise, Cumhuriyet Halk Fırkası, Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası, Demokrat Parti gibi birçok parti, bir zamanlar İttihatçı yemini içmiş kişiler[5] tarafından kurulmuşken İttihatçıların kurduğu siyasi partiler düzeni, bugün hâlâ Türk siyasi düzeninin temelini oluşturmaktadır. Kanaatimce, İttihat ve Terakki’yi anlamak, Türk siyasi hayatını anlamak olacaktır.

Son

 

[1] Bkz. Liman von Sanders

[2] 2 milyon Ermeni’nin öldürüldüğü iddiası. O dönemde Anadolu ve Kafkaslar’da yaşayan toplam Ermeni sayısı, İngiliz, Rus ve Fransız ordu kaynaklarında bile, ortalama 1.5 milyondur. Gülünç bir iddia.

[3] Nazilerin gerçekleştirdiği Yahudi soykırımı.

[4] O dönem, Çanakkale Savaşı’nın sürdüğü, İstanbul’un işgal edilme tehdidi altında olduğu zor bir dönemdir.

[5] Mustafa Kemal Atatürk, Kazım Karabekir, Celal Bayar


Seri Kaynakçası

İttihat ve Terakki, İlber Ortaylı ve Erol Şadi Erdinç, İnkılâp Yayınları, 2016

İttihat-Terakki ve Dış Politika (1906-1909) / Doç. Dr. Hasan Ünal, https://www.tarihtarih.com/?Syf=26&Syz=283218

Türkler Ansiklopedisi, M. E. B., 1943

Feryadım, Ahmet İzzet Paşa, Timaş Yayınları, 2017

Leave a Reply