Ankara, çoğu yerlileri tarafından bilinmeyen tarihi zenginliklerle dolu bir şehir. Peki, bunu neye dayanarak mı söylüyorum? Şahsen Ankara’da doğup büyümüş biri olarak, yıllardır gidenlerin karanlık efsanelere dönüştürerek anlattığı; Ankara Kalesi’nin karanlığını “Birde biz görelim” diyerek başladığımız yolculuğumuzu, oldukça mutlu bir halde bitirdik. Eğer ki sizde “Ankara’nın da tarihi mi varmış?”,“Müze mi? Küçükken gitmiştik herhalde ama çokta hatırlamıyorum.” diyenlerdenseniz, sizi de zamanla Ankara’nın büyük ve modern binalarının arasında kaybolmuş bu tarihi zenginlikleri fethetmeye davet ediyorum. Belki biraz yorucu bir gezi olabilir. Çünkü gerçekten insanı gezmekten bezdirecek bir yokuşun, en tepesine kurulmuş kale ve beraberindeki müzeler kesinlikle çıkarken biraz sabır ve yanınızda bolca su bulundurmanızı gerektirecek cinsten. Fakat bir kere gittikten sonra “Biz Ay’da mı yaşıyor muşuz? Meğerse nasıl bir tarih hemen yanı başımızda yatıyormuş!” diyeceksiniz.
Size bu mini gezimizin detaylarını vermeden önce biraz müzelerin içeriklerinden ve Ankara Kalesinin tarihinden bahsetmek istiyorum. Bütün ihtişamıyla Ankarayı tabiri caiz ise ayaklarınızın altına seren Ankara Kalesi’nin aslında tam olarak ne zaman inşa edildiğine dair kesin bir bilgi bulunmuyor. (düşünün o kadar eski!) Fakat, kale içerisinde yapılan araştırmaların sonucunda ulaşılan bulgular, bize Ankara Kalesi’nin aslında Hititlere dayanan ve bilinenden çok daha eski bir tarihi olduğunu söylüyor. Hititlerden günümüze varıncaya kadar Roma senatörlerinden, Bizans soylularına, Türklerin ilk kavimlerinden, Selçuklular ve Osmanlılar olmak üzere devir açıp kapatan pek çok medeniyeti görmüş olan Ankara Kalesi, bugün hala şehrin en tepesinden şehre hükmediyor.
Duvarları devasa taşlardan yapılan kale, 14 ila 16 metre arasında değişen duvar yüksekliğiyle pek çok ziyaretçisinin üzerinde büyük bir hayranlık uyandırmayı başarıyor. Açıkçası kaleye ulaşmak için tırmandığımız yokuş düşünülürse fethetmesi fiziki koşullar açısından da oldukça zor. Konumu itibariyle şehrin merkezinde yer alan Ankara Kalesi yüzyıllardan beridir çevresinde kurulan medeniyetlere güvenli bir çatı olmuş. Günümüzde ise kale olarak bir kullanımı olmasa da bütün tarih meraklılarının, özellikle Ankara’da yaşayan ya da bu tarafa yolu düşenlerin, mutlaka uğramadan geçmemesi gereken tarihi yerlerden yalnızca biri.
Ankara Kalesi’ne çıkan dik ve uzun yokuşu tırmanmayı başardıktan sonra “İnsanları buradan indirip bir daha uğraştırmayalım.” diye düşünerek yapılmış olabilecek olan, Anadolu Medeniyetleri Müzesi de hemen bu kalenin eteklerinde yer alıyor. Türkiye’deki hemen hemen bütün müzeleri bilet gişesinde beklemeden ziyaret edebilmek için gerekli olan, müze kartı da yine Anadolu Medeniyetleri Müzesi’nden temin edebilirsiniz.
Bu küçük detayların ardından Anadolu Medeniyetleri Müzesi hakkında biraz bilgilendirme yapmadan olmaz. Oldukça geniş ve içi bir insan boyundan büyük olan küplerle dolu bir bahçenin merkezinde yer alıyor müze. Kapının hemen yanındaki yazıdan da müzenin tarihi hakkında bilgi sahibi olabileceğiniz gibi müze, Cumhuriyetin ilanından sonra, Atatürk’ün özel isteği üzerine Ankara’ya gönderilen Hitit eserleri -ve daha birçok tarihi eserin- kendilerine, güvenli bir çatı bulabilmesi için yapılmış ve 1968 yılında tamamlanarak ziyaretçilerin beğenisine açılmıştır. Müzenin tarihinden ziyade, içinde bulundurduğu – paleolitik çağlardan başlayarak bütün geçmiş Anadolu medeniyetlerinden izler bulabileceğiniz- eserler, her tarih meraklısını cezbedecek türden. Ayrıca içinde bulunan interaktif bölümler sayesinde tarihi eğlenerek de öğrenebilirsiniz. Anadolu Medeniyetleri müzesi devasa küpleri ve her medeniyetten bulabileceğiniz paha biçilmez eserleriyle sizleri beklemektedir.
Kale gezisi ve Anadolu Medeniyetleri gibi büyük müzeleri gezdikten ve bir kaleyi tam manasıyla yeniden fethetme zevkine eriştikten sonra, karnınız acıkıyor ve kesinlikle Tarihi Çıkrıkçılar Çarşısı’nda küçük bir mola vermeden bir sonraki durağımız olan Etnografya’ya geçmemenizi öneriyorum. Yol üzerinde ki antikacılarda Cumhuriyet döneminden kalma fotoğraf makineleri, plak çalar ve daktilolardan benim gibi kopamaz “Ben yanlış zamanda doğmuşum” diye hayata isyan edersiniz sonra!
Karnınız güzel yemeklerle, gözünüzde tarihle doyduktan sonra, Etnografya müzesine doğru bir yürüyüş koyverirsiniz. Yalnızca binanın dış mimarisi bile size içeride göreceğiniz müthiş eserlere dair bir ipucu verebilir. Müzenin tek kubbeli yapısı ve önünde müzeye daha fazla gösteriş katan, bronz atının üstündeki Atatürk heykeli ile Etnografya müzesi yalnızca içiyle değil daha ilk bakışta dış görünüşüyle dahi soluğunuzu kesecektir. İçeride ise sizi ilk karşılayan kısım, Atatürk’ün naaşının Anıtkabir’in yapılma süresince durduğu kaide. Üzerindeki taze çiçekler ise sanki hala Cumhuriyet’in ilk günlerindeki gibi hürriyet kokuyor. Sergi alanları ve bir o kadar büyük bir özenle hazırlanmış olan ortam canlandırmaları ile Etnografya müzesi’de dolu dolu bir saat yaşatıyor bize. Eğer tarihi silahlar hakkında detaylı bilgi almak isterseniz de Etnografya müzesinin buna ayrılmış özel bir odasında her türlü silah hakkında oldukça geniş bilgilere ulaşmanız mümkün.
Diyeceğim şudur ki, Ankara sınırları içindeyseniz, Avm’ler ışıklı reklamlarıyla gözünüzü yoruyorsa ve biraz tarih bilinci kazanma aşkıyla yanıp tutuşuyorsanız, duyabileceğiniz bütün olumsuz yorumlara kulaklarınızı tıkayın ve Ulus’ta bulunan bu güzel müzeleri ve kaleyi ziyaretçisiz bırakmayın. Bir gününüzü, yürümeyi seven tatlı bir arkadaşınızla -ya da yalnız başınıza- bu müthiş tarihi hazinelere ayırıp gidin, gezin öğrenin. Ne demiş Sezar “Gittim, gördüm, yendim”. Bütün okuyucularıma bol keşifli, keyifli günler dilerim.
Kaynakça:
http://www.anadolumedeniyetlerimuzesi.gov.tr/
http://www.ankarakalesi.com/index.php?option=com_content&view=article&id=16&Itemid=4
http://www.ankaraburda.com/Hbrk-11-Ankara-210-tr.html