Adli tıp, bir suçun kim tarafından ve nasıl işlendiğini ortaya çıkaran, sürecini ve türünü teknik anlamda inceleyen bilim dalıdır. Mağdur, şüpheli ve olaydan etkilenen üçüncü kişilerin suç ile ilişkilerini ve suçtan ne derecede etkilendiklerini belgeler. Pek çok polisiye film ve dizide izlediğimiz ve gerçeğin ortaya çıkmasında önemli rol oynayan yardımcı karakterler* esas itibariyle adli tıp alanında faaliyet göstermektedirler.
Adli tıp her ne kadar yeni bir bilim dalı gibi görünse de, kökeni MÖ. 3000 yılına dayanmaktadır. MÖ. 2980 ve 2900 yılları arasında yaşadığı tahmin edilen ve Adli Tıbbın Babası olarak bilinen Imhotep, adli tıbbın temellerini atan bilim adamıdır. İnsan vücudunda oluşan hasarların, bu hasarlara neden olan kişinin ve kullandığı elverişli silahların belirlenmesinde yöntem haritaları oluşturmuştur. Şüphelilerin ve mağdurun uğradığı şiddet sonucu zararın tespitinde örnek modeller kurgulamıştır. Gebelik ve çocuk düşürmeyi tanımlamış; anne karnındaki çocuğa ve çocuk düşürtmeye yönelik zararları ve suçları sınıflandırmıştır. Böylece, bir suç fiili meydana geldiğinde, mağdurun vücudundaki hasarı tespit ederek suçun ve şüphelilerin belirlenmesinde önemli rol oynamıştır.
MÖ. 1700 yılında Antik Mısır’da bıçak yaraları sınıflandırılmıştır. Eş zamanlı olarak, Babil İmparatorluğu’nda Hammurabi Kanunları ile hekimlerin tedavi sırasında hastalarına verebilecekleri zararlar sınıflandırılmıştır. Hekimin kullandığı bıçak türüne göre, uyguladığı tedavi sırasında doğan yaralama, hastalığı kötüleştirme ve ölüm gibi sonuçlara göre cezai sorumluluğu belirlenmiştir. Örneğin, hekimin bir köleyi tunç bıçak ile ameliyat ederken öldürmesi durumunda, kölenin efendisine başka bir köle bulması gerekirdi. Yahut hastanın sosyal statüsüne göre, hür bir insanı kendi hatasından kaynaklanan bir nedenle öldürmesi durumunda para cezasına mahkum edilirdi. Ölümüne neden olduğu hasta soyluysa elinin kesilmesine hükmedilirdi.
MÖ. 1400 yıllarında uygulanan Hitit Kanunlarında ise, kişilerin uğradığı zararlar bakımından tazminat miktarları belirlenmişti. Zarara ve kullanılan silaha göre ödenecek miktar değişiyordu. Örneğin, bıçakla yaralamanın cezası daha ağırken, benzer bir yaralama sonucu meydana gelse de taşla yaralamanın cezası daha hafifti.
Aynı dönemde Hindistan’da uygulanan Manu Kanunları uyarınca, zararın belirlenmesinde bilirkişi ve tanık ifadesinden yararlanılıyordu. Başka bir ifadeyle, bir kişi yaralandıysa, hasarı sadece hekim belirlemiyor, olay sırasında aynı ortamda bulunan kişilerin de zararın nasıl meydana geldiği konusunda bilgisine başvurularak zarar ve cezai yaptırım belirleniyordu.
MÖ. 600 yıllarında Roma’da doğum sırasında ölen kadının derhal karnının açılması ve anne karnındaki çocuğun kurtarılması kural olarak kabul edilmişti. Kadının doğum sırasında aslında hangi sebeple öldüğü de yine karnında ve rahminde yapılan analizle ortaya çıkarılıyordu.
MÖ. 400’lü yıllarda, Hippocrates yaraların öldürücülük durumlarını incelemişti. Yaranın öldürücülüğüne göre işlenen suç belirleniyordu. Örneğin, darp edilmiş bir mağdurun yarası çabuk iyileşecek durumdaysa, faile daha az ceza veriliyordu. Ancak yara derinse, bu durumda günümüz anlayışıyla fail öldürme kastıyla hareket etmiş olabileceğinden, daha ağır ceza veriliyordu.
MÖ. 44 yılında Julius Caesar defalarca hançerlenerek suikast sonucu öldürüldüğünde (o ünlü “Sen de mi Brutus?” sorusundan hatırlarsınız), uzman hekim Antistius cesedi muayene ederek Caesar’ın tam 23 kere hançerlendiğini tespit etmiştir. Ancak öldürme sonucunun sol göğüs duvarının birinci ve ikinci kaburga arasına denk gelen yaralama sonucunda meydana geldiğini ortaya koymuştur.
MS. 500’lü yıllar itibariyle uygulanan Justiniaus Yasaları ile tıbbi uygulamalar hukuk kuralları kapsamında resmen düzenlenmiş ve günümüzdeki pek çok adli tıp terimi söz konusu yasalarda yer almıştır. Günümüzde hala kullanılan commotio cerebri (refleks ve bilinç kaybıyla sonuçlanan beyin sarsıntısı) bu terimlere örnek verilebilir.
Adli tıbbın günümüzdeki şeklini alması ise 5. yüzyıl ila 16. yüzyıl boyunca süregelen tıbbi uygulamaların yasalaşması sonucunda meydana gelmiştir. Salic Yasası’nda yaralıların yetkili kişilerce muayene edilerek rapor düzenlenmesi, Charlemange yasalarında dövme, yaralama, intihar, ırza geçme gibi olgularda hekim görüşüne başvurulması, Kudüs Kararlarında ölüm nedeninin belirlenmesinde yaraların konumu ve suç aletlerinin tespitinin esas alınması günümüzdeki adli tıp uygulamalarıyla benzerlik gösterir.
9. yüzyılda İngiltere’de şüpheli ölüm olaylarını araştıran memurlara “coroner” denirdi ve adli tabiplerle neredeyse aynı işi yaparlardı. 11. yüzyılda adli tabip kavramı Fransa ve İtalya’da “Adli Tabip Uzmanlığı” kurumunun resmen kabulüyle hayata geçmiş oldu. Bir adli tabibin ilk resmi otopsisi, 1302 yılında Bartolomea de Variagiana tarafından Bologna’da zehirlenme sonucu hayatını kaybetmiş bir ceset üzerinde uygulanmıştı.
Papa tarafından ilk otopsi yapma yetkisi 1374 yılında Fransa’da Montpellier Üniversitesi’ne verildi. 1663 yılında ise Almanya’da Leipzig Üniversitesi’nde bebeğin canlı doğup doğmadığının tespitine ilişkin hidrostatik deneyler yapıldı. 17. yüzyılın sonlarına doğru üniversitelerde adli tıp kürsüleri kurulmaya başladı. 18. yüzyılda ise mikroskobi, radyoloji ve son olarak da toksikoloji adli tıbbın alt dalları olarak uygulanmaya başladı.
Şüphelilerin kimlik tespiti, silahların belirlenmesi, balistik ve kriminalistik analizler ise ancak 19. yüzyıl itibariyle günümüzdeki halini aldı. 1923 yılında Fransız krimonojist Edmond Locard tarafından “olay yeri inceleme” kavramı ortaya atıldı. Olay yeri incelemenin esas ve uygulamaları belirlendi.
Adli tıbbın Türkiye’deki gelişimi konusunda yeterince kaynak bulunmasa da, pek çok tarihçiye göre Selçuklular döneminde adli tıbba ilişkin ilk çalışmalar yapılmıştır. Günümüzdeki anlamda ise, 1841 yılında Doktor Charles Ambroise Bernard’ın “Tıbb-i Kanuni” adı altında verdiği adli tıp dersleri, Osmanlı’da adli tıbbın ilk örneğidir.
Yine Doktor Bernard’ın öncülüğünde, 1843 yılında Sultan II. Abdülmecit tarafından kadavra kullanımına ve Hıristiyan ölülerinin otopsisine izin veren bir ferman çıkarılmıştır. Böylece Osmanlı’da ilk otopsi başına sırık düşerek ölen Hıristiyan bir işçinin cesedine uygulanmıştır. Sonraki otopsiler dini nedenlerle Müslüman ölüler üzerinde uygulanamamış; günah sayılmıştır. Ancak 1879’da yürürlüğe giren Usulü Muhakematı Cezaiye Kanunu, günümüzdeki adıyla Ceza Muhakemeleri Kanunu kapsamında adli otopsilerin kuralları düzenlenmiş, bugünkü Adli Tıp Kurumu’nun öncüsü olan Zabıta Tababet-i Adliye Şubesi kurulmuş ve otopsi her kesime uygulanabilir hale gelmiştir.
Günümüzde adli tıp hizmetleri, Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık ocakları ile devlet hastaneleri ile Adalet Bakanlığı’na bağlı Adli Tıp Kurumu ve onun taşra teşkilatlanmasında yer alan Adli Tıp Grup Başkanlıkları ve Adli Tıp Şube Müdürlükleri, Üniversitelerin Adli Tıp Anabilim Dalları ve Adli Tıp Enstitüleri tarafından yürütülmektedir. Adli tıp faaliyetlerine uygulanacak usul ve esaslar ise 1982 yılında yürürlüğe giren 2659 sayılı Adli Tıp Kurumu Kanunu uyarınca belirlenmiştir.
*Dexter, Şahsiyet, The Alienist, iZombie, Cracker gibi birkaç suç temalı dizi esas alındığında.
KAYNAKÇA:
- http://www.atk.gov.tr/tarihce.html
- http://www.mevzuat.gov.tr/MevzuatMetin/1.5.2659.pdf
- http://biyologlar.com/adli-tip-ve-adli-bilimlerin-tarihcesi
- http://www.logosyayincilik.com/logosDATA/userfiles/file/adlitip.pdf
- http://www.klinikgelisim.org.tr/eskisayi/klinik_2009_22/01.pdf