Derbiden sonra babamı aradım, her zaman ki klasik maç değerlendirmemizi yaptık ve babam yine o meşhur cümlesini söyledi: “Şu takımın başına ben geçsem vallahi billahi daha iyi yönetirim“. İnanır mısınız, teknik direktörlükle ilgili bir eğitimi, lisansı olmamasına rağmen çok daha iyi yönetir. Neden mi? Çünkü, tüm varlığı ile Fenerbahçe’sini seviyor. Tıpkı geriye kalan milyonlarca Fenerbahçe taraftarının takımını sevdiği gibi… Alt metni ruhsuz takım göndermeli olan bu sözlerim başta teknik direktör Vitor Pereira’ya sonrasında ise sahaya korkuluk diksek ve üstüne Fenerbahçe forması giydirsek bile onlardan daha etkili olacak sözde Fenerbahçe topçularına. Üzgünüm ama taraftar için hayal kırıklığısınız. Şampiyonluk kovaladığını iddia eden bir takımın bırakın derbiyi herhangi bir maçı dahi bu rahatlıkla ‘yürüyerek’ oynama lüksü yok.
Gel gelelim maça. Açıkçası ben hep Fenerbahçe-Beşiktaş derbilerini oynanan futbol kalitesi açısından daha çok sevmişimdir. Bana daha doyurucu gelir ve ilk defa bir Galatasaray-Fenerbahçe derbisi de benim için doyurucu sayılabilirdi; kavgasız, kırmızısız, sakindi. Ancak Fenerbahçe bu maça şampiyonluğu garantilemiş ya da rakibi Galatasaray gibi çoktan şampiyonluk umudunu yitirerek çıkmış olsaydı büyük ihtimalle dediklerime katılanların sayısı daha fazla olurdu… Maçın değerlendirmesini yapmak istemiyorum, burada “istatistikçe” konuşabiliriz, şut yüzdesi Fenerbahçe’nin daha fazlaydı, Galatasaray’ın topla oynaması daha iyiydi gibi… Ancak sevgili okur ben müsaadenle işin biraz duygusal yanına değinip Fenerbahçe camiasına içimi dökeceğim.
Bazen, bazı maçlar için skor önemli değildir, mesela 0-0 bitmiştir maç ancak öyle bir oyun ortaya konulmuştur ki “onların canı sağ olsun” dersin. Ya da maç kaybedilmiş olsa bile “kaybettik ama sahadaki o adamlar var ya, formanın hakkını verdi” dersin. Yani diyeceğim o ki siz profesyonellerin sandığı gibi taraftarın beklentisi her zaman skor, kazanmak, şampiyonluk değildir. Sadece üstündeki formanın hakkını vermen yeterlidir, tekmeye kafa atan Kuyt ya da yine aynı Antalyaspor maçında kafasındaki 6 dikişle maça çıkan Sow gibi… Yani sen o formanın içindeysen senin ruhsuz oynama lüksün yok. İşin teknik ‘adam’lık kısmına gelirsek Luis Aragonés, Werner Lorant günlerini az çok hatırlıyorum, onları atlattık derken gelen İsmail Kartal ve şu an ki Vitor Pereira dönemi… Futboldan az çok anlayan herkes, maça katkı veren oyuncunun-gol kaçırmış olsa bile- oyundan alınmayacağını bilir. Tabii ondan daha formlu, daha ruhlu oyuncuların yedek kulübesinde bekliyorsa konu başka, işte o zaman istediğin değişikliği yaparsın. Ancak haftalardır öyle tercihlerle sahaya çıkıyorsun ki taraftarda “Fenerbahçe düşmanı olsa böyle tercih yapmaz” hissi uyandırıyorsun. Kısaca şampiyonluğun gözümüzün önünden gittiği bir derbide sen ilk 11 değeri 84.250.000 EUR olan bir takımla sahaya çıkıyorsan ve korkunç bir ruhsuzlukla oynuyorsan şapkanı önüne koy düşün derim. Gerçekten, sağlanan imkanlar karşılığında Fenerbahçe ruhunu benimseyebildin mi?
Sezon sonunda büyük ihtimalle başta Pereira ve birkaç futbolcu olmak üzere Fenerbahçe camiası içinde vedalaşmalar olacak. Fakat sanmıyorum ki; bu vedalaşmalar hüzün rüzgarları estirsin çünkü 2 sezondur taraftarı çok üzdünüz. Bu noktada rengimi belli ediyor ve üzülerek diyorum ki çok yoruldum, çok üzüldüm bu yüzden “bu aşk burada biter ve ben çekip giderim“.