“An”ın “an”da kaldığını, artık “anı”ya dönüştüğünü bir koku aldığımızda, bir şarkı çaldığında, bir kelime işittiğimizde veya eski bir fotoğraf gördüğümüzde kafamızdaki film şeritlerinden biri çıkıp dönmeye başladığında anlarız. Bu küçük dokunuşlarla aslında unutmadığımızı sadece hatırlamadığımızı anlarız. Acı tatlı bir esinti gibidir aslında hatırlamak. Sonra ya buruk bir gülümsemeye, ya da gözyaşına dönüşür. “An”lar zaman geçtikçe silikleşip “anı”ya dönüşürken karelerin, sözcüklerin ve süslerin eklenebildiğini hepimiz biliyoruz. Bunu engelleyemeyiz. Hafızamı yoklarken biraz süsleyerek ve o “an”dan sonra unutmamak için defterime yazdığım cümleleri harmanlayarak geçen yazdan bir anım ile başlıyorum.
Akşam saatleriydi. Bir yaz korosu vardı çevremde. Rüzgar serinliğini fısıldıyor, dalgalar sabah hırçınlığının yerini sakinliğe bırakıyor; denizden yorgun dönen, kuma batıp çıkan hafif ayak sesleri duyuluyordu. Güneşse eski yakıcılığını kaybetmenin hüznü içinde tepelerin ardına saklanmaya devam ediyordu. Dağların pembeden mora boyandığı bu vakitlerde kafamı meşgul eden hiçbir şey olmadan elimdeki kitabı okuyordum. İçimde çağlayan duygu seline kapılmış, artık sözcüklerin kafamdaki ritimleri dışında bir şey duymazken bir kadın yaklaşmıştı yanıma usulca.
Maske takmadığı için biraz çekinmiştim, o ayakta ben de oturduğum yerden konuşmaya başlamıştım. Genç bir kızı bir başına sahilde kitap okurken görünce merak ettiğini ve yanıma geldiğini söylemişti. Ne okuduğumu sormuştu. Yüreğimin Sesini Dinle vardı elimde. Biraz konuştuktan sonra öğretmen olduğunu ve arkadaşlarıyla tatile geldiğini öğrendim. Bir süre sonra ilk kitabı olan Yüreğinin Götürdüğü Yere Git‘i okuduğunu söylemişti bana, ardından: “Sen de kitabı okudun, seni en çok etkileyen ne oldu?” diye sormuştu. Beni sahilin hangi ucundan gördüyse, oradan yanıma gelene kadar içinde büyüttüğü merakın ve sorduğu sorunun öğretmen oluşundan kaynaklanmış olabileceğini düşünmüştüm o anda. Aklımda kalan tortularla ve yüreğimde bıraktığı hislerle yanıtlamıştım sorusunu, heyecanlanmıştım, tam toparlayamamıştım cümleleri. Büyükannenin mektuplarındaki sıcak dili ve o yaşlardaki torunun bitmek bilmeyen soruları ve masum saf tavırları olduğunu söylemiştim. Anladım der gibi kafasını sallamıştı, sonra ben de ona aynı soruyu yöneltmiştim. O da: “Ölen kişilerin ardından onlar için mi üzülüyoruz yoksa onlarla geçirmediğimiz zamanlar için mi? Beni en çok burası etkilemişti.” Bir süre sessiz kalmıştı, ardından “İşte insan psikolojisi, böyle değişik.” demişti. Yakınlarda bir kayıp yaşamış olabileceğini düşünmüştüm.
Yanımdan ayrıldıktan sonra gökyüzünün iyice solduğunu, dağların iyice koyulaşmış olduğunu ve o yanımdan ayrılırken dalgaların ayaklarının kumda bıraktığı izleri silişini izlediğimi hatırlıyorum. Bir de kafamda uçuşmaya başlayan soru işaretlerinden birini çekip yanıma oturttuğumu. Biliyor muydu beni bu kadar düşündüreceğini?
Bir akşamüstü, deniz kenarında yollarımız kesişti ve hayatıma dokundu, onu ve kendimi yazıyorum şimdi. Böyle bir yazıda yer aldığını hiç bilmeyecek. Belki giderken onun kafasında da soru işaretleri belirmiştir. Ya da insan büyüyünce kafasında birçok şeyi çoktan bitirmiş mi oluyor?
Yazıyı yazmaya başlamadan önce kitabı bulup yeniden okudum ve okurken onun gözlerinin takılıp, kafasını kitaptan kaldırıp, üstüne düşünmüş olabileceği satırları buldum. Düşünürken belki yaşadıklarının üstünden geçip onları kendine göre uyarlayıp içselleştirmişti.
Buruk düşüncelerle ve onu bu kadar etkilemiş olan cümleleri bulmanın verdiği mutlulukla karışık tuhaf bir hisle doldu içim.
“Korkma, sana ne vaaz vereceğim, ne üzeceğim, yalnızca bir zamanlar ikimizi sarmalayan ve son yıllarda yitirdiğimiz o içtenlikle, seninle biraz çene çalacağım. *Çok uzun yaşadığım ve pek çok kişi yitirdiğim için artık biliyorum ki ölüler yakınlıklarıyla değil de -onlarla bizim aramızda- söylenmeden kalan sözler yüzünden keder verirler asıl.”
Düşünmeye başladım. Yazarlar kendi akıl süzgeçlerinden geçirdikleri hayatlarıyla ve aramızdan hayatlardan parçalarla dokunuyorlar bize. Kitaplar da anlamaya açılan yollardan biri, hiç bilmediğimiz görmediğimiz hayatların ve insanların ne hissettiğini olaylardan nasıl etkilenip hangi duygu durumlarına girdiğini anlamamıza pencere açıyor. Bir şarkının nasıl yazıldığından tutun bir resmin nasıl çizildiğine kadar, hepsinin ardında bir hikaye var.
İki insan birbirini ne kadar tanır? Hayat denen bu karmaşanın içinde kendimize bile kulak tıkamışken, başkalarının gösterdiği yollar yürürken, birbirimizi ne kadar dinleyip anlayabiliriz ki? Gerçekten kim olduğumuzu anladığımız zamanlar var mıdır? İnsan hep bir devinim halinde olduğu için birini gerçekten anlamak mümkün değil midir?
Maskelerin ardına gizlenmediğimiz zamanlar, hangi zamanlar?
“İnsanın kendi iç dünyasına bakmak istemediği zaman bahaneler bulması dünyanın en kolay şeyidir.” Kendimizle kaldığımızda kendimize dönük düşünceleri nasıl ki savuşturmamayı bilirsek başkalarına da yaklaşmamız o kadar mümkün. Kendimizi anlamaktan bahsediyorum, hayat denen bu karmaşada ne istediğimizi bilmekten. Kendimizi tanımak neyi sevip sevmediğimizi de bilmenin ötesinde. İnsanın kendi ruhunu tanıması başka bir ruha da yakınlaşmanın anahtarıdır aslında.
“Kalemi eline alıp iki insanı birbirine götüren yolu bulmaya çalışan biri, tek bir çizgi çizmeyi beklerken karalamayı andıran bir resim çizer. İki insanı birbirine götüren sayısız yol vardır.”
Birbirimize aslında o kadar bağlıyız ki, sadece farklı zamanlarda yaşıyoruz duyguları. Dünya dönerken farklı yaşantılarla boğuşup, farklı çevrelerde büyüyüp ve farklı insanlarla etkileşip yollarımızı çizsek de biliyorum farklı onca hayatın, kırılgan duygularla bir gün bir yazıyla, şiirler ya da şarkıyla birleşebileceğini. Hisler değişmiyor çünkü. Yağmur yağdığında kötü yapılmış yokuşlu yolların taşlarından akan birikmiş damlalar gibi bir yerlerde birleşip bir yerlerde de ayrışıyoruz. Böylesi bir durumda insanın aklında şöyle bir soru beliriyor: Neden bu kadar uzağız birbirimizden?
Önyargı ne kötü bir kelime değil mi? Önyargılarımızı kalın kalın puntolarla kazımışız aklımıza. Yalnızca duymak istediğimiz kelimeleri seçip suları bulandırmaktan ne zaman vazgeçeceğiz? Ne zaman birbirimizi gerçekten dinleyip anlamaya çalışacağız? Keşke birbirimize altını çizdiğimiz satırlar ve dinlediğimiz şarkılar kadar yakın olmak mümkün olsaydı.
Bilirsiniz, anlaşıldığını hissetmek öyle bir histir ki bir anda bedeninize bir sıcaklık yayılır. Sıcak bir havada ağaçların yapraklarının altında gölgeye sığındığınızda gelen ferahlama veya sevdiğimiz bir şarkıyı duyduğumuzda içimize yayılan sıcaklık gibidir bu his.
Sonsuz güvendiğiniz ve sevdiğiniz insanlar olsun yanınızda ve yanında kendiniz olduğunuz, kendinizi bulduğunuz insanları kaybetmeyin.
**Ufak bir not, bu yazıyı yazmadan önce kitabı yeniden okudum, çevremdeki büyüklerimi düşündüm, nasıl hissettiklerini, bir de yaşlanmış halimi. Büyükannesinin hangi duygularla mektuplarını yazdığını okurken beni saran sıcaklığı… Sanki büyümüşüm de kendime mektup yazıyormuşum hissi uyandırdı bende bazı yerlerde. Yazımın başlarında söylemiştim, insan büyüyünce kafasında birçok şeyi bitirmiş mi oluyor diye. Sanırım hayır, sorguladığınız sürece soru işaretleri öyle çoğalıyor ki, yanınızda oturacak yer kalmıyor.
Kaynakça:
Tamaro, Susanna. Yüreğinin Götürdüğü Yere Git. İstanbul: 66.Basım, Can Yayınları.
Bıçakçı, Barış. Bizim Büyük Çaresizliğimiz. İstanbul: 20.Baskı, İletişim Yayıncılık.
Anonim
İnsana kendini sorgulatan, Oğuz Atay, İhsan Oktay Anar ve Peyami Safa gibi kişi analizini kuvvetli yapan, aynı zamanda küçük de olsa betimleme kısmında bir Cengiz Aytmatov havası veren güzel bir yazı olmuş. “ölüler yakınlıklarıyla değil de -onlarla bizim aramızda- söylenmeden kalan sözler yüzünden keder verirler asıl.” sözü geçtiğimiz üç senede sayılamayacak kadar akrabasını kaybetmiş beni, çok derinden etkiledi. Ayrıca “Sanırım hayır, sorguladığınız sürece soru işaretleri öyle çoğalıyor ki, yanınızda oturacak yer kalmıyor.” kısmı. Bu nece bir tespittir üstad!