Şehirlerimizin ferah ve yeşil meydanlarını, coşku dolu caddelerini, hınca hınç doldurulmuş deniz kenarlarını tüm asaletleri ile süsleyen; tarihin koruyucuları, kültürün daimi taşıyıcıları olan, her bir karışında sanatçısının engin fikir dünyasından ve özgür ruhundan izler taşıyan o muhteşem, yürek parçalayıcı sanat eserlerini siz de görmüşsünüzdür! Ne yazık ki, yürek parçalayıcı olduklarına şüphe yok. Peki neden var bu şeyler, kim onay veriyor bunlara, kim beğeniyor, o hangi heykeltıraş ki eserini bitirdikten sonra hayranlıkla bakıyor ellerinden çıkana, nasıl bir halk meydanlarında çürümesine izin veriyor bu çirkinliklerin, farkında değiller mi ki bu taşlar günden güne güzellik algılarını çürütüyor? Neden bu yapıyı meydana taşıyan aracın sürücüsü reddetmiyor bu çirkinliği taşımayı? Neden bu çirkinliği meydanda gören ilk kişi dönüp de ‘Yakın yıkın da gözüm görmesin bir daha!’ diye bağırmıyor? Haftalar, aylar geçiyor da hala oldukları yerde duruyor bu çirkinlikler. Peki neden? Şimdi sizi Antik Yunan’dan 15.yüzyıl Almanya’sına -matbaanın icadına-, Cumhuriyet dönemi edebiyatından başta Ankara olmak üzere ülkenin imarına, oradan da, maalesef, günümüze bir yolculuğa davet ediyorum ki en azından sorumuzun bir bölümüne açıklık getirebilelim.
Normları, geçmişleri ve içlerine doğdukları dünya fark etmeksizin bütün toplumların ortak bir noktaları vardır: Kalıcılığı yakalamak. Bu ister kolektif ve bilinçli bir arzu olsun, ister toplumun farkında olmadan paylaştığı bir arzu –ya da zaman zaman bireysel hırsların yarattığı çabalar da o kadar büyüktür ki toplumları aşacak işler ortaya çıkabilir- tüm toplumlarda görülür. Başarılı olup olmadıkları bir yana, bu yazıda kalıcılığı yakalamak için kullandıkları yöntemler üzerinde durmayı tercih edeceğim.
Mimari eserler ilk yöntemimiz olarak karşımızda durmaktadır. Antik Mısır’dan Antik Yunan’a, Roma’nın şaşaalı günlerinden Notre Dome’ı insanlığa armağan eden 14.yüzyıla kısaca bir göz atmak bunu anlamaya yetecektir. Tüm bu toplumlar sahip oldukları inançları, toplumsal değerlerini, savaşlarını, açlıklarını, zaferlerini, değer verdikleri ne varsa hepsini bu eserlerin her bir taşına işlemişlerdir. Her bir pencerede, her bir kemerde, merdivenlerde o eseri ortaya çıkaran toplumun ruhunu hissedebilirsiniz. Bu yapılar öyle değerlidir ki en şiddetli savaşlar, en öfkeli depremler, zalim krallar ve diktatörler dahi izlerini silememiş, tüm vandal girişimler ve hasarlar bir sonraki nesil tarafından bertaraf edilerek bu eserlerin tarihin eşsiz ve yegane anlatıcıları olarak günümüze kadar ulaşmaları sağlanmıştır. Her gelen toplum kendi çağının değerleri ile eserlerini yaratmış ve gelişen insanlık için adeta somut bir harita ortaya çıkarmışlardır. Sadece bir sütun bazen bir toplumun inançları, yemek alışkanlıkları, eğlence anlayışları ve daha pek çok şey için çok kesin bilgiler verebilir. Böylece bu toplumlar bir anlamda kalıcılığı mimari eserlerinde bulmuşlardır.
Eğer mimarinin geçmiş toplumlar için önemini yeteri kadar ifade edebildiysem sizleri 1450 yılına, Johannes Gutenberg’in eline ilk basılı kitabı aldığı o özel ana götürmek isterim. Mimarinin önemi ve toplumdaki yerine dair o güne dek kabul görmüş tüm yargıların yıkılmaya başladığı an işte bu andır! Mimari yapılar zahmetlidir, pahalıdır, bakımsızlıktan bir kez çürümeye terk ederseniz başınıza belayı alırsınız. Bir vandalın yakacağı ateş eğer sonraki nesiller gerekli özeni gösterip onarmazsa bir eseri sonsuza kadar yok edebilir –kim bilir nice şehirler bu şekilde harabeye dönmüştür! Oysa bir kitabın on bin baskısı çok daha kalıcıdır. El yazmaları gibi türünün tek örneği değillerdir, bir tanesi, on tanesi, yüz tanesi ve hatta son baskıya kalana kadar hepsi yok olsa da tek bir baskıdan yine milyonlarcası doğabilir. Daha kolay yayılır, meydanlarda dikilip anlaşılmayı beklemez, evlere girer. Sonuç olarak yazı, mimari eserlerin duvarlarından ve tavanlarından inmiş, iki kapağın arasında toplumları ele geçirmiştir ve elbette bu kutlu bir zaferdir!
Ne var ki bu zafer mimariye ve heykele karşı, güzellik algımızı binlerce yıl şekillendirmiş ilk göz ağrımıza karşıdır. Artık kitaplar mimari eserleri geride bırakmış, kültürün, değerlerin ve güzel olan ne varsa her şeyin hakim anlatıcısı konumuna gelmiştir. Romanlar birbirleri ardına yazılmış, ansiklopediler doldurulmuş, almanaklar yuksek tavanlı köşklerin devasa dolaplarında kendilerine yer bulmuştur. Bununla birlikte mimari eserlerin eski kadim rolü ikinci plana atılmış, bir yapı sanat eserinden çok işlevsel bir mekana dönüşmüştür. Okuyucuta not olarak şunu belirtmek isterim ki bu dönüşüm keskin değildir. Orta Çağ mimarisi bir anda dört duvardan oluşan gecekondulara dönmemiş, asil devlet binaları ve adalet sarayları bir gecede alışveriş merkezlerine benzememiştir. Bu dönüşüm hala devam etmektedir. Ancak heykel ve mimari; yükselen kare prizmalar, içinde dört haneyi barındıracak genişlikte küpler, can sıkıcı çirkinlikte okullar görmemize neden olacak kadar savaşı kaybetmiştir bile.
Dünyanın her bir noktasında durum bu haldeyken elbette ülkemizde birbirinden harika yapılar görmeyi, büyüleyici güzellikte heykellerin caddelerimizi ve meydanlarımızı süslemesini beklemek hayal olur. Nitekim bu toprakların üretebildiği tüm mimari eserler her biri Ayasofya’nın minik birer kopyası olan camiilerden, basit ve yanlış anlaşılmış Roma mimarisi ile inşa edilmiş, dini motiflerle süslenmiş saraylardan ibarettir. Ancak yine de bir zamanlar bir umudumuzun olduğunu, her şeyin bu şekilde olmak zorunda olmadığını göstermeme ve dolayısıyla canınızı biraz sıkmama izin verin.
Aşağıdaki görselde Ankara için düşünülmüş imar planlarından bir tanesini görüyorsunuz. Başkent olmanın ayrıcalıklarını yaşayan Ankara imar edilecek şehirler arasında İstanbul ile birlikte öncü şehirlerdendi. Mimar Leon Jaussely’nin Ankara’yı imar planı bize gösteriyor ki Avrupa’nın modern şehirlerindeki planlamalardan ilham alınmış, şehrin tarihi dokusu da korunarak göze hoş gelen düzenli bir yerleşim yeri planlanmış. Özellikle Mustafa Kemal Atatürk’ün ölümünden sonra tüm ülkede imar planları askıya alınmış, ekonomik krizler, iç karışıklıklar ve küresel savaşlar dolayısıyla imar çalışmaları uzun yıllar boyunca yapılmamış, beceriksizce yapılmış ya da yarım yapılmıştır. Bu sırada hızla artan nüfus kendi yerleşim yerlerini oluşturmaya başlamış, şehirler günümüzdeki hallerine gelecek şekilde plansız büyümeler meydana gelmiştir. Devletin denetimsizliği, eğitimsizlik, ekonomiyi canlı tutmak adına estetik güzelliğin ve kalıcılığın ikinci plana atılması, geçmişten gelen sanat geleneğinin olmaması ile birleşince ‘güzel şehirleri olan Türkiye’ hayalleri çoğu şehir için daha başlamadan son bulur.
Ne acıdır ki ülkenin bir diğer talihsizliği benzeri hayal kırıklığını edebiyat alanında da yaşamış olmasıdır. Cumhuriyet dönemi edebiyatı her ne kadar edebi açıdan çok değerli olsa da zarif, narin ve duygu doludur. Oysa toplumunun ve özellikle gençlerin ihtiyacı olan asi ve coşkulu bir edebi dildir. Bu coşkulu tavır kimi kesimlerce benimsenmiş ancak saldırgan ideolojilere dönüşerek edebiyatımızın zarif değerlerini kanatmış ve sonunu getirmiştir. Edebiyat ise toplumun geneline sesleneceği yerde belli saldırgan zümrelerin hakimiyeti altına girerek acı içinde can vermiştir. Elbette istisnalar olduğunun ve çok değerli eserlerin yaratıldığının farkındayım. Yine de şunu kabul etmeliyiz ki hem geçmişten günümüze sansür geleneği, hem de Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki coşkunun çabucak harcanması ile birlikte edebiyata dair hiçbir şey bu halkın ruhuna değmedi. Gelecekte edebiyatın hak ettiği değere yeniden sahip olacağına dair umudumuzu koruyarak devam edelim.
Bir halk hem mimarisine hem de edebiyatına sırtını döndüyse, geleceğe kalıcı bir eser bırakma arzusunu tamamen kaybetmiş, dolayısıyla toplumları en başta toplum yapan tek ortak paydadan yoksun demektir. İşte bu tam bir akıl tutulmasıdır. İşte bu yüzden bu çirkin taşları taşıyan sürücüler utanmadan yüklerini indirir ve sonra hiçbir şey olmamış gibi çekip giderler. İşte bu yüzden yüzlerce insan heykeli görür de içlerinden bir tanesinin aklına onu parçalamak, en azından üzerine kara bir örtü örtmek gelmez. İçlerinde en iyileri ancak dalga geçer, iğrenerek bir bakış atar ya da benim gibi paragraflar döşerler. Korkutucu olan şudur ki böylesi bir akıl tutulmasının sonucu sadece çirkin heykeller, plansız şehirler değildir. Ahlakın yitimi, özgürlüklerin birer birer kaybedilmesi, şiddet ve yıkım devasa bir taş duvarın arkasında o son insanlık duvarının da yıkılmasını bekler. Umalım ki ben karamsar düşüncelerime kapılmış olayım ve o yiğit insanlık duvarı ilelebet dik dursun!
Kullanılan Kaynaklar:
https://kutuphane.ttk.gov.tr/details?id=426821&materialType=KT&query=Ankara+_+Tarih.