Norveçli yönetmen Joachim Trier’in son filmi olan The Worst Person in the World, çoğu genç kadının içine düştüğü sorgulamaları büyülü bir gerçekçilikle bize aktarmayı başarıyor. Bir prologue, bir epilogue ve 12 bölümden oluşan filmimiz her bölümde karakterimizin varoluşunun bir parçasına odaklanır. Julie, Oslo’da yaşayan, her elini attığı işte başarılı olan ve genel olarak hayata karşı iştahı yüksek bir genç kadındır. Daha filmin başlarında tıp fakültesini bırakıp psikolojiye ilgi duymasıyla başlayan süreç, hayatının diğer alanlarına da hızla yansır. Romantik ilişkilerde de cinsellikte de deneyimler peşinde olan ana karakterimiz kendinden yaşça büyük sevgilisi ile yaşamaya karar verir. Bu kararın getirdiği gündelik sonuçlar Julie’nin de hissettiği mükemmelliğin ve tamamlanmışlığın verdiği o tuhaf huzursuzlukla birleşip bizi iyice köşeye sıkıştırır. Tamamlanmışlığın yanında getirdiği sonuna gelmişlik belki de tükenmişlik hissi henüz Julie gibi genç biri için çok erken bir varış noktasıdır. Bu tamamlanmışlık bir bağlamda ölümü de çağrıştırır çünkü. İçten içe beklediğimiz bizi kökünden sarsacak, bir şekilde gözlerimizin önündeki o ince tül perdeyi çekecek, renkleri, sesleri, ışıkları, hazları ve tabiî ki insanları daha yakından görmemizi sağlayacak bir değişim ararız çoğu zaman. Hayatın daha başında olduğumuzu bilmenin verdiği cesaret ve zamanın henüz hissetmediğimiz o acımasız fiziksel hızı bizi durdurmaya yetmez. Arayışta olmanın arayışı bizi harekete geçmeye ikna eder. Kimi zaman bir aşkın kimi zaman kendimizi tam da orada var edeceğimize inandığımız bir işin ihtimali aklımızı çeler.
Oysa uzaktan, gerçekten Julie’yi izlerken hissettiğimiz, hatta Julie’nin de ayrılık konuşması sırasında pişman olacağına emin olma durumu ise çok tanıdıktır. Filmin yegane başarısı da buradan kaynaklanıyor sanıyorum. Liberal modern dünyanın yarattığı stereo tipik genç Avrupalı orta sınıf kadın karakterimiz biz orta doğulu izleyicileri bile bir yerden yakalamayı başarır. Evet ilginçtir ki, tüm bağlayıcı ve sınırlayıcı etkenlere rağmen 21. yüzyıla ait deneyimlerimiz bir noktada kesişir. Hepimizin içinde var olan hayatın bilinmezliğine duyduğumuz tutku ve aynı bilinmezliğin getireceği tüm ihtimallere de göğüs gerememe korkusu aynı koltuğa sığmaz çoğu zaman. İçimizdeki anlam arayışı ağır basar. Bu arayışın ağır bastığı hayatlarda ise verilen dürtüsel kararlar bir çıktı yaratmayacak kadar zamanda kesikli izler bırakır. Çoğu hızla verilen ve kısa zamanda vazgeçilen, hatta uygularken de bizi asla şüpheye düşürmeyen o kararlarımız anılardan başka bir yer kaplayacak kadar yoğun değildir. Doğası gereği akışkan ve anlık olan kararlarımız bizi yarımlarla baş başa bırakır. Günün sonunda elinde ne bir işi ne de bir eşi daha net bir ifadeyle sonunu getirdiği tek bir meselesi olmayan bu genç kadın, kararlarının ona getirdiği başka bir soru ile sınanırken o soru da Julie’nin doğal var olma biçimine katılır. Yani yarım kalır. Bırakıp gitmenin, vazgeçmenin, değiştirmenin, savrulmanın, kimi zaman sarsılmanın, sıkılıp terk etmenin filmi olan bu film günün sonunda tamamlanmamanın ya da yarım olmanın da bir tam olma biçimi olduğunu bizi inandırır.