“Her sabah yeni bir gün doğarken 
Bir gün de eksilir ömürden,
Her şafak bir hırsız gibidir
Elinde bir fenerle gelen.”

Gecelerden bir gece, genişçe bir çimenliğin üzerinde dalmış bir bilge uykuya. Bir şafak vakti uyanmış bu bilge günün ilk ışıklarıya. Bakınca etrafına ne görsün: Dün gece şarap içtiği testi şimdi toprağın altında, örtülmüş zamanın sarmaşıklarıyla. Ayağa kalkmış, silkelemiş tozu toprağı üzerinden. Beri bakmış, beriyi görünce gözünden birkaç damla yaş akmış; birkaç yıkık sütun kalmış bir zamanlar dimdik duran rasathanesinden! Eşini, dostunu aramış; kimse yetişmemiş feryadına. 

Etrafta dolaşmış bir süre bilge. Onun zamanında altın ışıltılarla parlayan kentler şimdi kumdan tepelermiş; kokuşmuş, balta girmemiş bataklıklardan ise devasa şehirler yükselmiş. Kaç yüzyıl uyuduysa bilge; zamanının çölleri yayla, yaylaları çöl oluvermiş. Tan yeri ağarmış, ülkesinin insanlarını uykularından uyandırmış. 

“Yerin üstüne baktım, uykuya dalmışlar;
Altına baktım, çürüyüp toprak olmuşlar.
Yokluk ovasında başka ne var ki zaten:
Daha gelmemişler var, gelip gitmişler var.”

Gördüğü ilk kasabaya doğru yürümüş bilge. Karnı açlıktan kazınıyor, cebinde bulduğu iki altın sikkeyle ne alabileceğini düşünüyormuş. Henüz yeni kurulmakta olan; hamalların, satıcıların oradan oraya koşuşturduğu bir pazar yerine girmiş, elindeki altın sikkeleri uzatmış pazarcılardan birine. Pazarcı altınlara bakmış, bakmış; bir adam daha çağırmış. Birlikte bakakalmışlar altın sikkeye. Koklamışlar, ısırmışlar, ışığa tutup incelemişler ve sikkesi karşılığında bilgeye biraz azıklık hazırlayıp dilenci olduğunu düşündükleri için kötü sözlerle kovmuşlar. 

Sorup soruşturmuş pazarcı, meğerse bu avanak dilencinin bozuk para diye verdiği sikkeler sekiz yüz yıllık paha biçilmez Selçuklu altınıymış. Dilenciye verdiği azığın bilmem kaç misline bir koleksiyonere satmış sikkeleri. Yeni bir ev, yeni bir araba hayaliyle eve dönerken, pazarcının gözü bir kumarhaneye ilişmiş. Bir kerecikten ne olur ki, deyip girmiş içeri; borçlanıp çıkmış. Ertesi sabah yine pazarda meyve sebze satmaktaymış.

Bilgeyse almış azıklığını ve bir köşeye geçip afiyetle yemiş. Karnı doyup vücuduna hoş bir sıcaklık gelince doğmakta olan bahar sabahı gözüne bir başka güzel, ışıyan gün bir başka parlak gelmiş. Demek bu yabancı zamanda bile insan gönül zenginliğiyle yaşayabilirmiş.

“Yarım somunun var mı? Bir ufak da evin?
Kimselerin kulu kölesi değil misin?
Kimsenin sırtından geçindiğin de yok ya?
Keyfine bak: en hoş dünyası olan sensin"

Akşam olmaktaymış ki kasabanın üzerine bir ateş yağmuru başlamış. İnsanlar oradan oraya kaçışıyor, bağırışmalar havadan yağan alevin gümbürtülü sesine karışıyormuş. O sırada uyuklamakta olan bilge ne olduğunu şaşırmış, ayağa fırlayıp kaçışan insanların peşine takılmış. Bir kamyonete doluşturup kaçırmışlar onları bu muharebeden. Yanında oturan adamlar büyük bir savaştan söz ediyorlarmış, kulak kabartmış: Meğer bu ülkenin liderleri, komşu ülkenin kralına düşman olan ülkelerle dostluk kurdukları için toprakları yağmalanmaktaymış. Öyle ki, savaşa çoktan hazır olan komşu ülkenin orduları; taş üstünde taş, baş üstünde baş bırakmadan ilerliyorlarmış başkente. Ovalarda kan gövdeyi götürmüş, nehirlerse şarap gibi kızıl akıyormuş. Bilge iç geçirmiş bu sözleri, hem de bunca yıl sonra, tekrar duyunca.

“Gökte bir öküz varmış, adı Pervin;
Bir öküz de altındaymış yerin.
Sen asıl iki öküz arasında
Tepişmesine bak şu eşeklerin!”

Uzak diyarlara yol almış bilge; savaşın, katliamın bu çağdaki suretine tanık olmuş. En son, denizin ikiye böldüğü bir şehre düşmüş yolu. Buradaki insanların dilini az çok anlayabilmiş. Bir fabrikada iş bulmuş kendine. Bir süre sokaklarda yatıp kalktıysa da sonunda altına sığınabileceği bir çatı bulmuş. Fabrika denilen yerden ekmeğini çıkarıyorsa da bir türlü alışamamış buraya. İnsanlar burada, kendiliğinden hareket eden makinelerin başında, ne olduğu belirsiz demir parçaları birleştiriyor, ayırıyor, tamir ediyormuş. Binlerce insan, demir bir çatının altında, bütün gün… Bilgenin bu demir canavarın hazımsızlığını gidermede üstlendiği görev bir metal parçaya başka bir tanesini monte edip ürünü yanındaki işçiye iletmekmiş. Görevin basitliğine rağmen her gün rahatsız demir sandalyelerde oturmaktan vücudu işkence çekiyor, hangarın sağır edici takırtısı kafasını boş bir tasa çeviriyormuş. Etrafındakileri izlemiş bilge: İnsanlar, aç kalmamak uğruna her gün, her saat bu anlamsız işi yapıyor, akşamları işten çıkıp kafayı çekiyor ve sabah kan kırmızısı gözlerle aynı günü tekrar yaşıyorlarmış.

Fabrikada işini bitirdiği zaman Bilge deniz kıyısına oturup derin tefekkürlere dalarmış. O; denizi izlerken arkasından binlerden, on binlerden oluşan bir insan seli akıyor, oradan oraya sürükleniyormuş. 

Sürekli, her yerde insanlar; gülüyorlar, ağlıyorlar, dileniyorlar… Yaşlılığının son demlerinde kendini bir tepedeki rasathaneye kapattığında dahi bu kadar bir başına hissetmemiş bilge. Fabrikadan eve, evden fabrikaya… Bu kadar insan nasıl dayanır böyle zehir gibi bir yaşama? Onlara diz çöktüren nasıl bir açlıktır, kimin açlığıdır?

“Yakınırım aynalar gibi felekten,
Bıkmaz alçakları yükseltmekten.
Gözyaşı dolu bir kadeh oldu yüzüm,
Yüreğim kan doldu gerçekten."

Birkaç ay sonra dayanamaz olmuş bilge böylesine bir yaşama, biriktirdiği bütün parayla başka diyarlara göçmüş.

Yıllar sonra, diyar diyar gezdikten sonra bilge, ilimin sözünün geçtiği bir ülkede bulmuş kendini. Zekası, kendine has görüşüyle bu zamanın insanlarını da derinden etkilemiş ve büyük çabalardan sonra zamane ilim adamlarının yanında almış yerini. Yeni dünyayı bilimiyle, sanatıyla, insanıyla ilgili pek çok şey öğrenmiş, pek çok şey de öğretmiş bu zamanın insanlarına. Yine zorlu araştırmalarla geçen bir günün sonunda, en az kendisi kadar bilge bir profesörün evine bir davete gitmiş. Tatlı sohbetlerinin bir yerinde profesör, kitaplığından lacivert ciltli bir kitap çıkarıp bir dörtlük paylaşmış bilgeyle:

Bu yıldızlı gökler ne zaman başladı dönmeye? 
Ne zaman yıkılıp gidecek bu güzelim kubbe? 
Aklın yollarıyla ölçüp biçemezsin bunu sen 
Mantıkların, kıyasların sökmez senin bu işte.”

Bilgenin gözü fal taşı gibi açılmış bu dizeleri duyunca. Bu dizeler onun geçmişte, asıl hayatında, kaleme aldığı bir şiirdenmiş çünkü. Profesör bu dizelerin tüm zamanın en bilge, en olgun adamlarından birinin olduğunu dillendirince de gururla gözleri dolmuş. Adı yüzyıllar sonra bile anılmakta, her zamankinden cahil olan insanlık düzgün bir yol için ona danışmaktaymış meğer. Bunu bilmek bilgeye güç vermiş, umut vermiş. Dört elle sarılmış işlerine bu günden sonra.

Yıllar geçmiş, çalarak ondan hayatın ateşini. Tükenmek bilmeyen bir umutla yeni insanlığın bütün bilgilerini hatmetmiş bilge. Bilginin sınırlarına ulaşır olmuş ancak bu ona ne mutluluk, ne de umut getirmiş. Okudukça, öğrendikçe fark etmeye başlamış bilge: O gideli hiçbir şeyin değişmediğini. Ne insanlar daha bilgeymiş, ne de evren daha az karanlık. Her zaman acı, her zaman belirsizlik ve insanın bütün yakarışlarına sessiz kalan gökler varmış yalnızca ve insanlığın bütün ilimi, bütün gücü bu büyük karanlığı aşmaya yetmiyormuş hâlâ. Umutsuzluktan avurtları çökmüş bilgenin, saçı ağarmış, teni solmuş. Bu dünyanın en bilgeleri de, onun zamanındakiler gibi, çok bir şey bildiklerini sanan avanaklarmış meğer; ne kıskançlık, ne kölelik ne de cehalet son bulmuş.

Kasvet çökmüş bilgenin üstüne; ne kendinin, ne de dünyanın düğümünü çözebilmiş. En son, en derin karanlıktayken bulmuş eski dostunu bir şarapçının vitrinininde. Unutmak için, silinmek için, etrafını saran karanlıkla bir olmak için kana kana içmiş.

“Varlık yokluk derdini aklından sil,
Bırak öteleri de kendini bil. 
Doldur şarabı, geniş bir nefes al:
Kaç nefes alacağın belli değil.”

Acem topraklarında bir türbe vardır, masmavi taşlarla bezenmiş. Ulu ağaçların arasında, türbenin muntazam çatısının altında bir bilge yatmaktadır: Çoktan toprak olmuştur vücudu, güzelim dizelerinde anlattığı gibi…

Şimdi o bilge kendi adı yazılı mezarın önünde diz çökmüştür, gözlerinden inci inci yaşlar süzülür. Küçük, lacivert kapaklı bir rubai derlemesi düşer yere elinden. İnce bir rüzgâr sayfalarını karıştırır kitabın, son sayfası açılana kadar:

“Akılla bir konuşmam oldu dün gece;
Sana soracaklarım var, dedim;

Sen ki her bilginin temelisin
Yaşamaktan bezdim, ne yapsam?
Birkaç yıl daha katlan, dedi.

Nedir; dedim bu yaşamak?
Bir düş, dedi; birkaç görüntü.

Evi barkı olmak nedir, dedim;
Biraz keyfetmek için
Yıllar yılı dert çekmek, dedi.

Bu zorbalar ne biçim adamlar, dedim;
Kurt, köpek, çakal makal, dedi.

Ne dersin bu adamlara, dedim;
Yükseksizler, kafasızlar, soysuzlar, dedi.

Benim bu deli gönlüm, dedim;
Ne zaman akıllanacak?
Biraz daha kulağı burkulunca, dedi.

Hayyam’ın bu sözlerine ne dersin, dedim;
Dizmiş alt alta sözleri,
Hoşbeş etmiş derim, dedi.”

Kim bilir, birileri hoşbeş etmek istemiş diye düşmüştür belki bilgemiz de bu garip zamana.

Kaynakça:

Hayyam, Ömer. Bütün Dörtlükler. Cem Yayınevi, 1982.

Leave a Reply