Başrahip ölüyordu. Şakaklarına kır düşmüş, saçları dökülmüş, ihtiyar yüzünde gençliğinden iz kalmamıştı; günleri sayılıydı artık. Tapınağa giden yolu güçsüzleşen kemiklerinin elverdiği hızla geçti. Tapınağın başrahibi olduğu onlarca yıl boyunca yaptığı gibi, yavaşça eğilerek boş sunakları doldurdu, elindeki sönmeye yüz tutmuş meşaleyle tapınaktaki bütün lambalara hayat verdi ve Tanrıça’nın heykelinin yanına gitti. Heykelin önüne taze çiçekler ve yiyecekler koyduktan sonra, bir süre Tanrıça için söylenen ilahiye eşlik etti:
“Kanat çırpıp uçanların hepsi sen yükselince yaşar.
Gemiler sana özenerek gidip gelir ırmak boyunca
Açılır bütün yollar sen geliyorsun diye.
Işıltıların ulaşır ta denizin yüreğine.”
Sonra, Tanrıça’nın belirmesini bekledi. Öyle ya, Tanrıça; işitirdi her çığlığı, kendini tanıyanları tanır, yardım elini uzatırdı hizmet edenlere, izinden yürüyenlere. İşte, Rahibi, Tanrıça’yla bir kez daha, belki de son bir kez daha konuşmalıydı. Tanrıça yavaşça belirdi. Rahibi değiştiren yıllar, onu hiç değiştirmemişti: Aynı keten elbisenin içinde, ateş kadar kızıl saçları, Nil kadar ıslak gözleri ve ay kadar parlak yüzüyle, tapınağı güzelliğiyle dolup taşırdı. Başrahip, Tanrıça’nın hizmetindeki doksan ikinci yılın ağırlığını sözcüklerine yansıtarak konuştu:
“Ölümsüzlük arzusu; kendimi bildim bileli benim bir parçam oldu. Yapıtlarımla değil, ilk çağların kutsal önderleri gibi göğü delen taştan ehramımla değil, ölmeyerek bu dünya üzerindeki ölümsüzlüğe kavuşmak istedim ben. Tek başıma ölümsüz olmak istedim, daha sonra tek başıma en önde olmak istedim. Tek başıma, güç sahibi olmak. Ben ki, yalnızlıktan, kendimi dinlemekten nefret ederdim. Beni, bu çelişki hem başarısız, hem yalnız kıldı. Öyle ki, bu lanetli yaşamın bir yıl içinde sona erecek olması bile üzemiyor beni.”
Tanrıça, rahibin aklında duyduğu ve sadece onun için söylediği sözlerle konuştu:
“Ben, ölümü inkâr eden bir dinin önderiyim. Kullarım, uyanık ve aydın, başkaları uyuyup dururken çoktan ayağa kalkmış bol yetenekli insanlardır. Akşam olunca yan gelip yatarlar mı? Ne gezer? Kolları koparcasına çalışırlar ortalığı aydınlığa kavuşturmak için. Dikkat et, başrahip, çalışmak, onlar için bir ibadet değildir, entelektüel ve teknik başarıları, benim için değil, Aşağı ve Yukarı Mısır’da nefes almak ve vermekte olan milyonlar için değil, kendileri için elde ederler. Yaşamları ve ona olan sevgileri adına üretirler. Rahip, sen de aynısını yaptın. Ya da yapmak istedin. Ürettin, yarattın ve çalıştın. Bu üretme, yaratma ve çalışma, seni mutlu etmeye yetmedi. Çok bilgilisin, biliyorum: Ne varsa gökyüzünde ve yeryüzünde az çok anlıyor, bilim ve doğayı kavrıyorsun, ancak akrabam Osiris’in Krallığı’na geçmeden önce bir bilgiye daha sahip olmalısın ki, hayal kırıklığı ve umutsuzluğu ezip, yerine kendine verdiğin yüksek değeri koyabilesin. Sahip olmadığın bilgi, kendini tanımanın bilgisidir. Başrahip, tapınaktaki diğer rahiplere bir bak. Rahip yamaklarını, ressamları heykeltıraşları, tapınağımı binlerce yıldır yaşatmakta ve büyütmekte olanlara, insanlara bir bak.”
Başrahip, gözlemlerini kısaca aktardı: ”Tek tek her birinin neden acı çektiklerini, neden hep mutluluk arayıp bir türlü bulamadıklarını merak etmiştim. Bunun çeşitli sınırlamalardan, birbiriyle olan ilişkilerinden, kimlik bunalımlarından, iş yüklerinden kaynaklandığını düşünmüştüm.”
Tanrıça, yerinden hızla kalktı ve binlerce yılın yaşanmışlığını gösteren gözlerini hafifçe kısarak konuştu:
“Yanıldın. Hâlbuki onlardan biri ya da sen de şöyle bir durup kendi kendinize, benim hiç kişisel anlamda gerçek bir arzum oldu mu, diye sorsaydınız, cevabı hemen bulacaktın. Bütün isteklerinin, çabalarının, rüyalarının, ihtiraslarının hep başka insanlardan, bazen de biz tanrılardan gelme birer koşullanma olduğunu görecektin. Bu çabalar, ölümden sonraki yaşama kavuşabilmek için bile değil, başkalarının gözünde elde edilecek kazançsız bir saygınlık içindi.
Başrahip, bu insanlar gibi sen de bir onay aradın. Kendinin olmayan bir onay, benim onayım. Ve ne tapınağıma gelmeden önceki on sekiz yılda, ne de bu tapınaktaki doksan iki yıl boyunca ne mücadeleden bir keyif aldın, ne de başardığın zaman bir sevinç duydun.”
Başrahip; mantıkta, ilahiyatta, tıpta ve hukukta bilgelik kazandığı yüz on yıl boyunca ulaşamadığı bu sonuç ve yüz on yılda tek bir günü bile kendi adına yaşayamamış olmanın verdiği üzüntüyle Tanrıçası’nın yüzüne baktı. Tanrıça; dağı, taşı delip geçen bakışlarıyla, doğrudan Başrahip’in aklına seslendi yine:
“Başrahip, en değerli kulum, mutluluğun her türü kişiye özeldir. En büyük anlarımız kişiseldir; kendimizden kaynaklanan bir şartlanmadan ileri gelir; ona el sürülmez. Bizim için kutsal olan, değerli olan şeyler, herkesle paylaşılmayan, orta malı olmayan, çekip kurtardığımız şeylerdir. Ömrün boyunca, başkaları için özel olmak hatırına içindeki her şeyi herkesin gözü önüne serdin, herkes ellesin diye ortaya çıkardın. Başrahip, uzun yaşamın bu yüzden lanetliydi. Başarısız olmadın, yalnızca başarıdan keyif alamadın, mücadeleden keyif almadığın gibi. Bu yaşta, artık devam edeceğin bir mücadele kalmadı, ama başarılarından hala keyif alabilirsin.”
Başrahip, bastonuna dayanarak yavaşça kalktı ve yaşlılıktan buruşmuş elleriyle Tanrıça’nın koluna girdi. Her şeye gücü yeten yüce Tanrıça, bu kez ihtiyar din adamına yürümesinde yardımcı oluyordu. Birlikte, Kutsal Havuz’a kadar gittiler, Tanrıça yıkanırken, Başrahip teselli edercesine konuştu.
“Yaşlıların ölmesi gerekir, yoksa dünya küf bağlar, geçmişi doğurur durur. Bu tapınakta senin önderliğine dayanarak hayal kırıklığı ve umutsuzluğu ezip yerine ‘Ben’ kavramına, kişiye verilen yüksek değeri koydum. Bunu senin için yaptım, ama kendim için de yaptığımın neden sonra, ancak şimdi farkına varıyorum. Kendim tanısam, kendime karşı dürüst olmadığım konuları yanında yüksek sesle dile getiriyor olduğum halde, kendi özelliğimin farkına varamadım. Neşe, acının; zekâ, aptallığın; ışık, karanlığın; kişilik, kişiliksizliğin, yokluğu olamaz hâlbuki insanların hoşuna gitmek için kendini değersizleştirmek, kendin için yaşamamak da mutsuzluğa mahkûm eder insanı.“
Tanrıça, sona çok yaklaşmış Başrahibine baktı, kutsal havuzdan çıkmadan, yanındaki sunaktan bir kadeh şarap aldı ve konuştu:
“Anlıyorsun, ama tüm yönleriyle değil. ‘Seni seviyorum’ diyebilmek için önce ‘Ben’ demeyi öğrenmen gerekir. Varlığını başkasına adayacaksan bile, var olduğunu bilmen gerekir. Ben sana hep var olmayı öğretmeye çalıştım, her ürettiğinin kendin için olması gerekmez aslında, ama o üretim işini kendin için, kendi isteğin için yapmalıydın. Şimdi, hayatının değerinin ve anlamının farkındasın.”
“Ama ölüyorum.”
“Ölümün, ankhtan, hayattan başka anlamı yoktur. Ölmüyorsun başrahip, yaşamaya başlıyorsun.”
Başrahip, düşünmeye, kendini tanımaya, kimin için, ne için yaşamaya karar verecek zamanının yine de kalmadığını düşünüyordu. Yine de, yaşamını o gün öğrendiklerinin şöyle bir gözden geçirdiğinde yaşamını, o yaşam süresince karşısına çıkan, uğruna yaşamaya değer tek şey uğruna geçirdiğini fark etti ve mutlu oldu.
“Anladım,” dedi. “Sen dünsün, bugünsün ve yarınsın. Varlığınla dolmayan gün yoktur. Ve senin açtığın yoldur benim hayatım. Ben, yüce Tanrıça, seni seviyorum.”
Tanrıça, ihtiyar adamın bu son övgüsünü bir tebessümle karşıladı. Havuzdan çıktı, Başrahip’in titrek ellerinden yardım alarak kurulandı ve giyindi. Tapınak’ı, onun teninden yayılan muhteşem misk kokusu kaplamıştı. Öyle ki, hiçbir tütsü güzellikte bu kokuyu yenemezdi. Tanrıça, yitmeden önce ihtiyar adama elini uzattı, ve ihtiyar adama nefes alırken kendisinden duyacağı son sözleri söyledi: “Benim yanımda kalacak, kendin olacaksın. Çok vakit kalmadı, bekliyorum.”
Başrahip, bir an gözlerini açıp kapattı ve Tanrıça’nın yerini, Tapınak’ın sütunlarının taklit etmeye çalıştığı bir papirüs yaprağının aldığını alışılmış gözlerle fark etti. Yavaşça toparlandı ve odasına gitti. Ayrılmadan önce, sonraki başrahibi seçmeliydi.
-SON-