Atatürk Orman Çiftliği, 88 yıldır Ankara’nın farklı kullanımlara hitap eden ve ekonomik açıdan oldukça büyük bir önem arz eden; kuşkusuz en ilgi çekici alanlarından biridir. Konumu ve kuruluş amacı gereği, Ankara’nın kentsel gelişimine büyük katkılarının olduğu bir yer olmuştur. Bunlara rağmen kuruluşundan bu yana gerek fiziksel gerekse işlevsel olarak çok kez değişime uğrayan AOÇ, imar planlarına bir türlü dahil edilemediği ve şehrin gelişmesine sürekli bir engel olarak görüldüğü için amacına tam anlamıyla ulaşamadı. Birçok insana göre AOÇ’nin kuruluşundan bu güne kadar geçirdiği “evrim” çok korkutucu bir düzeye ulaştı ve artık kimse daha fazla soru soramıyor, “Eee, şimdi ne olacak” diye bile, çünkü bizler bu soruna “alıştık”. Ancak bunların hiçbiri bizi ileriye götürmeyen şeyler; bence asıl yapılması gereken alıştığımız duruma meydan okumak ve ‘sormak’: “Acaba tam olarak AOÇ’den beklenen neydi ve ne kadarı gerçekleştirilebildi?” ya da “AOÇ’nin Ankara açısından önemi ne derece büyük ve biz bunu ne kadar önemsiyoruz?” gibi. Bu soruların yanıtlarını bulabilmek için 88 yıl öncesine bir dönüş yapmak, yardımcı olabilir.
Mustafa Kemal’e Ankara Belediye Reisliği yapan Hacı Ziya Bey tarafından hediye edilen orman çiftliği arazisi, resmi olarak Nisan 1925’te Orman Çiftliği arazisi olarak ilan edildi ve ilk zamanlar Atatürk’ün kendi mülkiyetindeydi. 1937 yılında alınan bir kararla Çiftlik arazisinin tamamı hazineye bağışlandı. Kuruluş amaçlarının arasında, yeni tarım tekniklerinin ilk olarak bu çiftlikte kullanılması ve ülke tarımına katkıda bulunması, vatandaşlara tarım kurslarının verilmesi, bölgede yapılan tarım ve hayvancılıkla; var olan fabrikalarla ve eklenecek olan yeni endüstri alanlarıyla hem ülke ekonomisine katkı sağlamak, hem de vatandaşa ucuz ve kaliteli ürün sunmak vardı. Bu amaçlar doğrultusunda, tüm dünyaya örnek olacak nitelikteydi çiftlik. Ayrıca, arazide bulunan gazino, piknik alanı, lokanta, plaj gibi işletmeler sosyal yaşama katkıda bulunuyor ve kenti adeta kucaklıyordu. Ancak bu durum, 1950’ye kadar sürebildi. Çiftliğin özelliği dikkate alınarak 24.03.1950 tarihinde 5659 sayılı Atatürk Orman Çiftliği Müdürlüğü Kuruluş Kanunu ile Çiftlik, “Atatürk Orman Çiftliği” adı altında Tarım Bakanlığı’na bağlı tüzel kişiliğe sahip bir kuruluş haline getirildi. AOÇ adı altında özerk bir yapıya kavuştuktan sonra faaliyetler devam ettirildi, çiftlik arazisi dışında yerler kiralandı ve çalışmalar genişletildi. Ankara çevresinin gelişmesi ve civarının yapılaşması sonucu koyunculuk kaldırıldı ve bunun üzerine de kullanma hakkı AOÇ’ye ait olan Aydost Yaylası ve çoban evi Ankara Orman İşletme Müdürlüğü’ne bir tutanakla bırakıldı. Anayasa’ya AOÇ’yi koruma üzerine iki madde konuldu (5659 sayılı Yasa’nın 9. ve 10. Maddeleri). Bu maddelerle özel yasalara engel konuldu, kamulaştırma bu şekilde denetlenmeye çalışıldı ve böylece, AOÇ’nin bütünlüğünü rant projelerinden koruma amaçlandı. Ancak, alınan bu kararlar bile arazinin bölüştürülmesini durduramadı. AOÇ Müdürlüğü’nün 2004’te yaptığı bir çalışmaya göre, kurulduğunda 52 000 dekar olan AOÇ arazisi, 33 487 dekara indi. AOÇ, 2004’e kadar yasayla devir ya da satış yoluyla arazi varlığının %36’sını kaybetti. Buna kiraya verilen alanlardaki amaç dışındaki kullanımlar da eklenince bu oran %45’lere çıkıyor. Şu anda ticari ve sosyal işletmelerin dışında, oldukça küçük bir alanda tarımcılığı sürdüren Atatürk Orman Çiftliği’nin devamlılığını sağlayan şey, kesinlikle Türk tarımına bilimsel bir katkı sağlamak değil; sadece Atatürk’ün bir zamanlar kurduğu ve ulusuna armağan ettiği Orman Çiftliğinin adını sürdürmeye çalışmak ve daha fazla toprak kaybetmemek için mücadele vermek. Bu denli hızlı ve acımasızca değişen dünyada, büyük şehrin orta yerinde böylesine büyük ve değerli bir alanın varlığını devam ettirmeye çalışmak, aç bir insandan gözünün önündeki yemeği saklamak kadar zor olsa gerek. Yine de hiçbir neden, oranın korunması gerektiği gerçeğini değiştirmiyor.
1920’den 1990’a kadar nüfusu 100 kat artan ve bu zaman diliminde fiziksel olarak 320 kat büyüyen Ankara şehrinin “yaşanılabilir” olması için -burada cazip ve güzel anlamındaki yaşanılabilirliği kastetmiyorum- orman arazilerinin korunması önemli olmaktan çıktı, zorunlu hale geldi. Buna neden olarak, hızla gelişen Ankara şehrinin yapısal olarak çanak şeklinde olduğunu, bu çanağın hava sirkülasyonunu sağlayan şeyin vadiler ve ormanlık alanlar olduğunu ve vadilerin teker teker betonlaştırılmasıyla artan hava kirliliğinin artık yaşamı tehdit eden bir ögeye dönüştüğünü söyleyebiliriz. Ankara’nın yeşil kuşağı olarak tabir edebileceğimiz ODTÜ ormanı ve AOÇ orman alanı (sonradan askeriyeye devredilen arazideki orman alanlarıyla beraber), şu anda Ankarayı yaşama bağlayan ipince bir çizgi aslında. Gerçekten bindiğimiz dalı kesmek istiyor muyuz, bunu sorgulamamız gerek önce.
Bunların yanı sıra, kuruluş amaçlarındaki o ilerici ve pozitif gelişime yönelik kararların ne kadarının gerçekleştirildiği ortada. Ülkedeki tarım arazilerinin hızla küçüldüğü bir zamanda tarımı geliştiren teknolojilerden bahsetmek ve şehir içerisine dahil olan her bir metrekarenin servet olduğunu düşünen bir zihniyetin 52.000 dekarlık bir alanı koruması biraz ironik tabii ki. Yine de yeni gelecek neslin bunları düşünmesi ve düşünce yapısını bu değerlere göre belirlemesi imkansız değil; çünkü bu bizim sorumluluğumuz. Bizler ya da bir sonrakiler, bir önceki dönem kadar şanslı olamayabilir. Bu yüzden yaşama hakkımızı sürdürebilmemiz için onlardan daha çok uğraşmak ve alışılagelen yargılardan uzaklaşıp doğru olanı bulmak, oldukça büyük bir önem arz ediyor.