Küresel yönetimde devletlerin rolü ne kadar? Son birkaç yıldan bu yana en fazla tartışılan konulardan biri bu. Çeşitli sivil toplum örgütleri, think tank kuruluşları ve hükümetler arası örgütler bu küresel yönetime katkıda bulunmaya çalışıyorlar. Peki devletler bu işin neresinde yer alıyorlar?
Farklı ülkeler çeşitli sebeplerden dolayı uluslararsı organizasyonlarda yer almaktadırlar. Bu sebeplerden en başlıcalarından biri ülkenin bu organizasyon içinde benimsenmiş olan ortak çıkarlardan yararlanma isteğidir. Bunun en güzel örneği Türkiye ve Yunanistan’ın 1952 yılında NATO’ya kabul edilmesi bu noktadan kabul edilebilir. Aynı zamanda devletler kendi öz çıkarlarını korumak amacıyla da bu örgütlere üye olmaktadır. Kendi sesinin daha gür çıkmasını isteyen baskın ülkeler yaptırım güçlerini böyle sistemler üzerinde kullanmak isteyebilirler. Rusya’nın Birleşmiş Milletler’deki rolü de bunun en güzel örneğidir. Güvenlik Konseyi’nde yer alan Rusya ve Çin bu çerçevede kendi çıkarlarına ters düşen herhangi bir tasarıyı anında reddederek insanlık dışı katliamlara en büyük katkıyı sunmaktadırlar.
Bunun yanında ülkelerin içinde yer alan yapıtaşları, muhalefet unsuru ve yerel politikalar da devletlerin bu organizasyonlar içinde olmasında önemli rol oynamaktadırlar. 1970’lerden önce içe kapalı politikalarına ağırlık veren Çin, bu tarihten sonra belli başlı organizasyonların kurucusu olmuştur. Burada iç siyasette aktif rol oynayan partilerin, muhalefetin ve siyasi liderlerin etkisi büyük olmuştur. Günümüzde Çin, bölgesel organizasyonların da başını çekmektedir. Şangay Ekonomik İşbirliği Anlaşması’nın mimarı ve Güneydoğu Asya ekonomilerinin en büyüğü olan Çin’in kilit etkisini Suriye’de yaşanan insanlık dramında açıkça gördük. Bu bağlamda bu tarz organizasyonlara üye olmak veya kurucusu olmak dünya siyasetinde söz almak demektir. ABD’nin ve İngiltere’nin bu konuya verdiği önem de oldukça fazladır. Hemen hemen bütün küresel örgütlerin finans merkezi ABD yer almaktadır. İngiltere ise 1815 Viyana Konferansı sırasında 4 uluslararası örgüte veya küçük kuruluşa ev sahipliği yaparken 1918 Paris Konferası sırasında 488 örgüte kapılarını açmıştır veya dahil olmuştur. Bu da geçen 100 sene içinde İngiltere’nin bu örgütlerin uluslarası siyasette kullandığının kanıtıdır.
Türkiye’nin AB süreci de bu kapsamda değerlendirilmelidir. Her ne kadar kriterleri zor olsa da Türkiye daha modern bir dünya için ve batıyla entegre olabilmek için bu süreci bitirmeye mecburdur. Sadece Türkiye değil hemen hemen bütün ülkeler bu organizasyonlara üye olmak veya üyeliğini devam ettrimek için ellerinden gelenleri yapmaktadırlar. Yaptırımları ne kadar ağır olursa olsun ülkeler, organizasyonların avantajlarından yararlanmak amacıyla yollarından emin adımlarla ilerlemektedirler. Çin’in bu organizasyonlar için harcadığı emeği ve maddi gücü herkes biliyor. Bunun yanında İsrail BM’deki dışlanmaya maruz kaldı. Dolayısıyla bugün her ikisi de dünya siyasetinde önemli yerlerde yer almaktadırlar.
Bakın 24 Nisan’da geldi ve sözde Ermeni Soykırımı olayı yine kafamızı ağrıtıyor. Kahvede oturan dayılarımız Obama yine soykırım diyemedi diye seviniyor. Halbuki diyemedi değil, demedi. Türkiye yalvardı yakardı Obama da demedi. 24 Nisan 2015’te Almanya da Ermeni Soykırımı ile ilgili önemli gelişmeler olacak. Hadi o zaman neye sevineceğiz? Türkiye bu organizasyonlarda aktif rol almadan bizim kimseye bir şey dedirtmeme yetkimiz yok malesef. Bizim yerimize Yahudi lobisi iş yapıyor Washington’da. Bu durumun değişmesi ve Türkiye’nin uluslarası organizasyonlarda daha etkin rol alması için öncelikle yerel politikanın değişmesi ve Türkiye’nin kendi çıkarlarını diğer devletlerin ortak çıkarları ile bir tutması gerekmektedir. İşte bu noktada AB süreci Türkiye için bir simulasyon görevi görmektedir. Umarım başarılı oluruz.