Upton Sinclair’in “Oil!” adlı romanından uyarlanan 2007 tarihli There Will Be Blood (Kan Dökülecek) adlı film, Hollywood’un son yıllarda muzdarip olduğu senaryo sıkıntısından ötürü edebî eserlere sarılma furyasının tipik ürünlerinden biri olarak görünse de -yönetmenin özgün yorumunun da etkisiyle- bu kategorideki eserlerden fersah fersah uzakta olduğunu ilk bakışta belli ediyor. There Will Be Blood dışında hikâyesi kendisine ait olmayan hiçbir filmi bulunmayan Paul Thomas Anderson’un daha önceden “En İyi Senaryo” dalında Boogie Nights ve Magnolia filmleriyle hâlihazırda 2 Oscar adaylığının bulunması genç ama tecrübeli yönetmenin senaryo dalında kendini ispatladığını gösteriyor. Bu filmi -hikâye açısından- Anderson için istisna yapmak durumunda bırakan şey, konusu günümüzden bir asır önce geçen olayı yansıtmada 1927 yılında yazılmış bir romanı temel almanın daha sağlıklı olacağı düşüncesi olabilir. Nitekim özellikle son yıllarda çekilen dönem dizi veya filmlerinde yapılan anakronik hataların, daha önce hiç dönem filmi hikâyesi yazmamış bir yönetmenin caymasında etkili olduğu düşünülebilir. There Will Be Blood ile “En İyi Uyarlama Senaryo” dalında yeni bir “Oscar adaylığı” unvanına daha sahip olan Anderson’un, bu işi de film diline oldukça başarılı bir şekilde aktarmış olduğu aşikâr.
İşin mutfağından çıkmış yerel bir petrol baronu olan Daniel Plainview’in devasa petrol şirketleriyle giriştiği umutsuz mücadeleyi ve ham ihtirasını anlatan film, “hırs” faktörünün insanı nasıl çıkmaza sürüklediğini çarpıcı bir biçimde beyazperdeye yansıtıyor. Daniel Day-Lewis’e sinema kariyerinin ikinci “En İyi Erkek Oyuncu” Oscar’ını kazandıran Daniel Plainview karakteri, filmin başlarında hangi kiliseye bağlı olduğu sorusuna “Ben her türlü inancın tadını çıkarıyorum. Bağlı olduğum belli bir kilise yok. Hepsinden hoşlanırım, her şeyi severim.” cevabını vermesine rağmen sonlara doğru hiçbir zaman insanların sevilmeye değer hiçbir yönünü bulamadığından söz etmesi ve sırf yatırım yaptığı köylü halkın güvenini kazanma adına kilisede günah çıkarma seansına katılması onun aslında ne denli ikiyüzlü ve etik değerlerden yoksun biri olduğunun göstergesi.
Daniel Plainview’in planda olmadığı sadece birkaç sekansı bulunan bu 158 dakikalık film, temel olarak Plainview’e gelip yaşadığı muhitte petrol olduğuna inandığını söyleyen Paul karakteri ve yine aynı aktör (Paul Dano) tarafından canlandırılan Paul’un kardeşi üfürükçü papaz Eli karakterinin çatışması üzerinden ilerliyor. Bu iki karakter filmde birbiriyle hiç karşı karşıya gelmese de 20. yüzyılın başında kapitalizmin dinî olguları alt üst ettiği ve tam anlamıyla “dini imanı para” olan Daniel Plainview türevinden hırçın, kaba tipler yarattığı mesajı filmin ana damarı. Kasabada petrolün bulunduğu sahnede petrol kuyusundan hırçın bir şekilde fışkıran alevler, filmin en etkileyici ve profesyonel sahnesinin bir parçası olmasının yanı sıra, Daniel Plainview’in bitmek tükenmek bilmeyen açgözlülüğünün bir nevi sembolü olarak yansıtılıyor.
Yönetmenin artık alâmetifarikası haline gelen uzun planlar halinde çekilen son sahne -olağanüstü oyunculuk örnekleri barındırması bir yana- filmde Plainview’in süregelen düşüşünün dibe vurduğu son nokta oluyor. Kazandığı parayla bir türlü tatmin olamayan karakter, bu uğurda aile efradından olduğu gibi, ihtişamlı kişisel imparatorluğunda yalnız başına boğuluyor.
İzleyicide özgürlük hissi uyandıran geniş plan çekimleri, uzun süren sahnelerle oluşturulan epik mükemmellik, iyi hazırlanmış bir kurgu ve insana teatral bir haz veren oyunculuklar filmin yönetmenine yıldızlı pekiyi olarak yazılıyor. Bununla birlikte Paul Thomas Anderson’un halen aşamadığı zaman sorunu -sorun olarak kabul edilirse eğer- filmin hanesine eksi olarak yazılabilir. Genellikle yaklaşık iki buçuk saat süren filmler üreten yönetmenin 158 dakikalık bu filmi bazı sinema izleyicilerini sıkabilir. Müzikleri Raidohead grubunun gitaristi John Greenwood tarafından yapılan film, bu dalda da sınıfı geçse de müzikler bazı sahnelerde eğreti durabiliyor. Son söz olarak Paul Thomas Anderson’un kendini iyiden iyiye kanıtladığı, Daniel Day-Lewis’in ise adını jenerasyonunun en iyi birkaç aktörü arasına yazdırdığı There Will Be Blood’ın, 2000’li yıllarda çekilmiş en başarılı filmlerden biri olduğu ortada.