Ebru üstadı Bahtiyar Hıra ile, kendi atölyesinde keyifli bir röportaj yaptık. Ebrudan, sanattan, ebrunun tarihinden ve felsefesinden konuştuğumuz keyifli bir sohbet oldu. Ebru sanatında 20. yılına yaklaşan Bahtiyar Hoca’ma bu zevkli sohbet için teşekkürlerimi sunuyorum. Bugün kendisi, atölyesinde sanatseverleri ve meraklıları tekne, kitre, boya ve fırçalarla buluştururken, ebru sanatının asli unsurlarını bozmaksızın ona farklı tatlar katarak keşfedilen güzellikleri, öğrencileriyle paylaşmaktadır.
GazeteBilkent: Bahtiyar Hocam, öncelikle kendinizi bize tanıtır mısınız?
İsmim Bahtiyar Hıra, 1997’den beri ebru ile uğraşıyorum. Hobi olarak başladığım ebru serüvenim, daha sonra bana meslek olarak geri döndü.
GazeteBilkent: 1997’de başlayan ve bu noktaya kadar gelen ebru serüveninizi bize özetler misiniz? Başınızdan neler geçti?
Dediğim gibi ilk etapta hobi olarak başladım, fakat hobi olarak başladığım ebru beni gitgide içine çekti, bu bende tutku haline geldi önce, sonrasında da yaşama biçimi. Ebruya başlamamın üçüncü ve dördüncü yıllarında, bu konuda öğretmenlik yapıp yapamayacağımı bana sordular. Ben de “Olabilir ama kendimi biraz daha yetiştirmem gerekli.” dedim. Onun bir yıl sonrasında, yani ebruya hobi olarak başladığımın beşinci yılında bu konuda eğitmenlik yapmaya başladım. Zaten bu tip konularda hocalık yapıyordum, ahşap boyama, kumaş boyama gibi farklı alanlarda dersler veriyordum. Fakat, alan değiştirerek ebruya geçtim. O zamanlarda da Ankara’da çok ebru hocası yoktu.
2006’da kendi atölyemi kurdum;ama atölye kurma yolunda birçok aşamadan geçtik. Önceleri hoca bulamazken, sonradan Kamile Akdede ile çalıştım, kendisi ebrudaki ilk hocamdı. Kendisi ile iki sene çalıştıktan sonra, o beni kendi hocası olan Timuçin Tanaslan’a götürdü. Timuçin Hoca ile olan dersimiz, daha çok danışmanlık gibi geçti. Ben ona yaptıklarımı götürüp eleştiri ve öneri alıyordum, böylelikle 4 yıl beraber çalıştık. Timuçin Hoca ile çalışmamızı bitirdikten sonra, farklı bakış açıları görmek için İstanbul’daki sanat ortamını incelemem gerektiğini düşündüm ve İstanbul’da Fuat Hoca’yı buldum. Fuat Hoca’ya, 18 ay boyu her hafta sonu gittim geldim. Fuat Hoca bana “Bahtiyar ya İstanbul’a gel ya da Ankara’da bir atölye kur.” dedi. Bazı sebeplerden ötürü oraya gitmek istemedim.
Atölye kurmaya karar verdim. Hocamın önerisi ile, benim atölye kurmam 20 gün falan sürdü, onun icazetini aldıktan sonra atölyemi kurdum. 6 Nisan 2006’ydı. O gün bugündür, kendi atölyemde özel eğitim veriyorum.
GazeteBilkent: Biraz da ebrunun tarihinden ve felsefesinden bahsedelim. Biliyorsunuz ki, halkımız ebruya sadece çiçek gözü ile bakıyor. Sizin görüşleriniz nelerdir?
Bunun belli bir tarihinin olmadığını, internette araştıran herkes bilir. Osmanlı’dan çok öncelerine dayandığını biliyoruz. İlk olarak Türkmenistan’da başlayıp İpek Yolu ile dünyaya yayıldığına dair bir sürü rivayet var.
Felsefe dediğimiz nedir? Bakış açısıdır bir yerde. İnsanın iç derinliğidir. Ebru yapmak, suya boya atmak veya su üzerinde çiçek yapmak değildir. Ebru, bana göre insan ruhunun sessiz çığlığı… Ben iç dünyamı yansıtıyorum. Orada seçtiğim boyadan tut, damlattığım damlalara kadar… Sözle ifade edemediğim bir sürü şeyi, orada ifade ediyorum.
GazeteBilkent: Ebruda cüzî ve küllî iradelerden bahsetmiştiniz bana daha önce, onu tekrardan anlatır mısınız?
Bahtiyar Hıra: Sen de bunu tecrübe ediyorsun, istediğin yere istediğin miktarda boya atamıyorsun. Ben kadere inanıyorum. Kader sadece insanlara özgü değil… Canlı cansız her şeyin bir kaderi var. Siz kendi cüzî iradenizle ebru yapmayı talep ediyorsunuz, boyanızı ve fırçanızı da siz seçiyorsunuz; fakat boyaların nerelere düşeceği, ortaya neler çıkaracağını biz bilemiyoruz, burası da küllî iradenin tecessüm ettiği yer.
GazeteBilkent: Ebruyu sizin için diğer sanatlardan farklı kılan ne?
Bahtiyar Hıra: Ben çini ile uğraştım, tezhip ile uğraştım, minyatür denemelerim oldu, resimde de denemelerim oldukça başarılı bulundu. Ebruyu benim için cazip kılan nokta; ebrunun hükmedilen değil, hükmeden bir sanat olması. Ben, ebru benim aklımı ve nefsimi terbiye ettiği için bu sanatla birlikteyim. Bunu, tabii ki çok sonra fark ettim.
Ben ebruyla beni sadece mutlu ettiği için uğraştım; aklımda ne ünlü olmak, ne de evimi güzel tablolarla süslemek vardı.
GazeteBilkent: Ebru aslında ciddi sabır isteyen bir sanat olmasına rağmen, insanların gözünde gayet basit duruyor. Bunu açıklar mısınız?
Sabır, zamanla gelişen bir şey. Kişinin yaşama biçimi, fıtratı bunu şekle sokar. Ebrunun basit görülmesine, aslında bazı ebrucular sebep oluyor. Malum, biz de bir tüketim toplumuyuz. Her şeyi çabuk bulup, her şeyden çabuk sıkılıyoruz. Sanatta da böyle bir tüketim var. Bizler değişiyoruz. Ebru sabır isteyen bir sanat, tüketilmek fıtratına aykırı.
GazeteBilkent: Batıda çok büyük koleksiyoncular, çok büyük sanat takipçisi kitleler var. Onlar, koleksiyonları için milyarlar dökebiliyorlar. Bizim toplumumuz ise, sanata çok uzak ve soğuk…
Bu, çok acı. Ben kaç yılımı verdim ebruya. Hala, atölyemin kirasını vermekte zorlandığım zamanlar oluyor. Türkiye’de maalesef sanata değer verilmiyor. Aslında sanatla uğraşan insanın maddi sıkıntılarının olmaması lazım, doğal olarak. Bir sürü özel şey üretiyorsunuz. Görüyorsun, bu atölyede bir sürü özel iş var… Sıradan işler de var. Bırak sıradan işleri, sadece özel işler değer görse biz maddi sıkıntı yaşamayız; ama şuna da inanıyorum, en iyi işler hep sıkıntı ortamında çıkıyor. Tarihe bir bakıyorum, çoğu sanatçı sıkıntı içinde yaşamış ve ölmüş.
“Sanatın kaderi mi bu?” demek lazım. Ailem dahi bana karşı çıkar. Tanınmış bir sanatçı olmama rağmen, yakın çevremden hala tepkiler alıyorum. Bizim halkımızın sanata olan ilgisizliği, kendi yaşam mücadelelerinden kaynaklanıyor. Hani derler ya “İnsan karnının gurultusundan ruhunun sesini duyamaz.” diye. Fakat parası olan insanlara da bakıyorum, ilgileri çok farklı yerlerde. Tüketilmiş duygusu sarmış her birini. Çünkü dolmadan taşıyorlar…