Özne kendisine olan bakışını bir başkasına da adaletle yansıtmaktan imtina eder, onu kendisi gibi görmek için gereksindiği hassasiyeti sevimsiz bulur, umursamamak için ciddi bir çaba içine girer ve unutmanın kuşatıcı gölgesinde uzanıp dünyaya tutunabilmişliğin huzuru içinde ötekiyi yaratır. Öteki burada öznenin sınırlarını belirlemekte hür ve alabildiğine eli sıkı olduğu bir bilinçlilik hali ile muhatap olur; bu sınırlılığı ile boğan ve tahrip eden bir bilinçtir, öyle ki daha en başta ötekinin bilincini keskince yadsıyan bir karaktere bürünür. Soyut olandan can bulup somut olana dönüşebilmek için fırsat kollayan bu öznel zulüm, bütün temelini ötekinin de kendisi gibi aklı, duyguları, arzuları ve hayalleri olan bir varlık olduğuna dair öznenin diretici inkârından alır. Böylelikle ötekiye yönelmiş bir yok sayma, umursamama hali karşı konulmaz bir şiddetle vücut bulur ve ilişkilerin yıkıcılığında ciddi bir rol üstlenir.
Kadının bilinçli bir varlık olarak toplum öznesince öteki kimliğinde tanımlanıyor oluşu tarihin istisnaları ile değiştiremeyeceği sarih gerçeklerinden biri olarak karşımıza çıkar; toplum onun bilinçliliğine direnmek üzere bir tutumla şekillenmiş gibidir. Kadın, bilinci ve bedeni arasında kapanması arzulanmayan, derin bir bölünmeye tabi tutulmuş ve bedeninin bilincine yabancılaşması için gereken bütün sosyal koşullara maruz bırakılmıştır. Kendi benliğini bu bölünmüşlüğün tesiri ile tanıyamaz hale ge(tiri)len kadın tam bir ötekinin halet-i ruhiyesine teslim edilmiştir; bilincinden yalıtılmış ve yalnızca bedeniyle düşünülür olmuştur. Düşünselliği güzelliğine yakıştırılmamıştır ve soru sorması için ona hiçbir fırsat tanınmamıştır. Kadın, çünkü, bedenden/estetikten/arzudan ibaret kılınarak sorudan münezzeh, sorunun üstünde tutulmuştur. Onun bu üstte tutulur hali, ona bilinci reva görmeyen öznenin sınırlarını arzusuyla belirlediği sahtelikte bir değerden başka bir şey ifade etmez.
O bilinciyle tanımlanan bir özne olarak düşünülmediği için bedeninin sınırlarına hapsedilmiştir. Küçültülmüş dünyasında aklın belirleyiciliğine izin verilmemiş, duyguları ile yapayalnız bırakılmıştır. Bedeni üzerinden salt arzuya indirgenmek suretiyle bir insan olmanın tadını uç sınırlarında yaşayabilmek için gereken bütün düşünsel deneyimden uzak tutulmuştur. Kadına bir mekaniklik çerçevesinde ihtiyaç karşılayıcı bir rol biçilmiş, onun naif ruhu gaddarca sökülüp atılmıştır. Metalaşmış, maddeselleşmeyi en aşağılayıcı halleriyle yalnızca bedeni üzerinden değil bilincinin de beri kalmadığı bir döngüyle tecrübe etmiştir. Kendisini doğrudan ve yalnızca bedeni ile ilişkilendirmek zorunda kalan kadın bu dayatmanın trajik ve aslında doğal sonucu olarak sığlaşmaya yüz tutmuştur; bütün düşünsel hayatı bedeni ile algılayabildiği kadardır, ötesine adım atabilmek için gereken cesareti onu bilincine yabancılaştırarak özne elinden adaletsizce almıştır.
Özne, ötekinin belirleyicisi, kadın bağlamında hiçbir zaman yalnızca erkek değildir. Kadın kendisini bütün farkındalığına, bilinçliliğine rağmen sadece bedeniyle var ederek başta kendisi ve ardından erkek öznesi olmak üzere tarih ve toplum gibi tinsel gerçeklikler tarafından da öteki olarak kabul edilir. Burada hayatiyet arz eden nokta öznenin ötekiyi kendisi gibi bilinçli ve belirli beşeri gereksinimleri/duygulanışları olan bir varlık olarak görmesi olduğu gibi tam tersidir de; öteki haline gelen [kadın], ne olursa olsun münhasır bir öznedir ve o da kendisine bu bilinçlilik perdesinden bakmayı bilmek zorundadır. Ancak böylelikle ötekinin karakterine içkin kılınmış yok sayılmışlıktan kurtulabilir ki bu yalnızca toplumsal değil bireysel zeminde sahip olunacak gerçek bir özgürlük demektir.