Hızlı adımlarla ilerlemek mi…
Yok, hayır…
Koşuyordum. Terliklerimin çıkardığı sesler halâ kulaklarımda yankılanır durur. Habcamem yerleri süreklemiş. Kıyafet değiştirmeye vakit mi var. Refet Paşa’yı haberdar etmek gerek.
(tak, tak…)
Refet Paşa – Kimdir o?
Yaver -.. (açtım direk kapıyı) Efendim, sultan kaçtı !
Refet Paşa – Hadi şimdi git uyu. Çünkü ben de uyuyacağım.
Dış politikanın şeffalığı -realizmin ana damarları üzerinde kurulmuş bir devlette ne kadar tartışılırsa tartışılsın- yok denecek kadar azdır. Ve şeffaf olmayan bu yapıya erişebileceğiniz tek nokta iç politikadır. İç politikadan bağımsız bir dış politika inşası da, hayalden öteye geçemeyecek yapılara işaret eder.
Refet Paşayla 4 saat boyunca görüşen padişah, Ankara’daki hükumetle İstanbul’un birleşmesini teklif etmiş, Mustafa Kemal’e telgraf yazmak istemiş, kendisinden kaçış için yardım isteyenlere “Korkacak bir şey yok!” demiş; amma velakin fayda etmemişti. Zevceleri ve kızlarını sarayda bırakan VI. Mehmed, General Harrington’un korumasına tâbi olmuş, Malaya zırhlısına “Teşekkürler general” diyerek ayak basmıştı.
Tramvaylara yazılan “Kahrolsun Vahdettin” söylemlerinin sonucu, mübarek bir Cuma günü gerekeni yapmaktı ne de olsa.
Tarih 29 Ekim 1922
Sadrazam Tevfik Paşa, Mustafa Kemal’e talebini ikinci kez iletiyor: “Lozan’da birlikte hareket edelim.” Hemen meclise taşınmakta bu teklif.
Hüseyin Avni Bey sinirlidir. “Padişah ve hükumeti, karşı cephede, düşmanın yanında yer aldı. Sevr Antlaşmasını imzalarken TBMM akıllarına gelmedi.(…) Tevfik Paşa’nın mektubu cevap vermeye bile değmez.” Mazhar Müfit de katılır bu isyana. Babıâli suçludur artık. Dönemin çarklarını çevirebilecek dişlilere sahip değildir. Eksiktir. Hattâ yoktur onlar için.
Hal böyle olunca birinin devreye girmesi gerek. Rıza Nur, birkaç maddelik bir yasa önergesi hazırlıyor. İlgi büyük. Herkes “Getir ben de imzalayayım şunu” demekte. 80 mebusun imzası var. Mustafa Kemal de dahil bu ekibe.
Tarih 1 Kasım
Lozana yalnızca 20 gün kalmış. Gün hilafet ve saltanatın ayrılacağı gün. 1517’den o güne tam 405 yıl akmış, gitmiş. Kimilerine göre bir çınar devriliyor, kimilerine göreyse bir duvar yıkılıyor. Ali Fuat Paşa’nın dediğine göre. meclis kürsüsünden çok iyi hazırlanmış, kıymetli din ve ilim insanlarının kontrolünden geçmiş bir konuşma yankılanıyor.
“Bütün Türkiye halkı, bütün kuvvetleriyle o hilafet makamınıon dayanağı olmaya doğrudan doğruya yalnız vicdani ve dini bir vazife olarak taahhüt ve tekeffül ediyor. (…) Hilafet makamında Bağdat ve Mısır’da olduğu gibi kudretsiz ve mülteci bir ‘aciz kişi’ değil, dayanağı Türkiye devleti olan bir yüce kişi oturacaktır…”
Muhaliflerin de dahil olduğu bu saltanat karşıtı rüzgâr, Refet Paşa’nın deniz yaverinin yukarıdaki telaşlı koşuşturmasına sebep olacak; Osmanlı’nın günümüzün “ecdad” kavramı olarak literatürdeki yerini almasını sağlayacaktı. Bu habere hiç şaşırmayan Refet Paşa ve erken cumhuriyet bu mirası sahiplenmeyecek, kötü gidişatın, kayıpların ve felaketlerin sebebi olarak kalacaktı.
Ancak komisyonda sıkıntılar var. Bazı hocalar bu girişimin uygun olmadığı kanaatindeler. Tartışmalar uzun. Artık bekleme zamanı değil diyen Mustafa Kemal, tam önündeki sıranın üstüne çıkar ve şu sözleri sarf eder:
“…Mesele zaten emrivaki olmuş bir hakikati ifadeden ibarettir. Bu behemehal olacaktır. Burada içtima edenler meclis ve herkes meseleyi tabiî görürse, fikrimce muvafık olur. Aksi takdirde, yine hakikat usulü dairesinde ifade olunacaktır. fakat ihtimal bazı kafalar kesilecektir.”
Böylece yolun sonuna gelindi. Saltanat, “saltanat kaldırıldı” ifadesi yer almayan bir kararla kaldırılmıştı. Etkileyici bir konuşma, dış politikamızı olduğu kadar iç politikamıza da nefes aldırmıştı. Padişah, Anadolu ihtilaline yenik düşmüş, saraya karşı yürütülen mücadele galip gelmişti. Padişahın akıbeti merak konusuyken, Malaya zırhlısı yardıma koşmuş; saltanat makamının son sahibi ülkeyi terk etmişti. General Harrington’un, padişahın kaçışına hizmet ettikleri için üzgün olduğunu belirten ve özür içeren ifadelerine cevaben General Refet Bele de, “Generale, bizi yükten kurtarmış oldukları için ben de şimdi teşekkür edecektim!” yanıtını vermiş, İngilizlerde bir nevi soğuk duş etkisi yaratmıştı. Görüldüğü gibi, Atatürk’ün anti-demokratik olarak niteleyebileceğimiz bu tavrı, demokrasinin görünürde işlerliğini sağlamış, dengeler değişmeye başlamıştı.
Artık vakit, Lozan’a odaklanma vaktiydi. Cenevre mi Lozan mı sorusuna cevap Lozan olarak verilmişti. Malum Cenevre, Cemiyet-i Akvam’ın merkez üssü. Tarafsız(!) bir politika yürütülmesi icap eder. Konferansın İzmir’de yapılması yönündeki teklifler de tartışılmadı değil; ancak Venizelos’u İzmir’e getirmek de pek kolay olmaz kanısındayım.
Artık dengeler kurulmaya başlandı. Beynelmilel arenadaki güç dengesi, (balance of power) doğuda yeni bir düzenin inşa edilmesi için Kurtlar Sofrasını kurmuştu. Lord Curzon en ufak detaylarla bile ilgiliydi. Fransız delegasyonundaki Franklin-Boullion’u ring dışına ittirdi. Ankara Antlaşmasına imza atmış birinin Türkiye dostu olma ihtimali tehlikeliydi. Büyük kardeşse Rusyaydı. Vasilievich Chicherin, daveti yapan ülkelere mesajını açıkca iletti: “Karadeniz işin içindeyse biz de olmalıyız!” Bu denge doğunun dengesidir. Chicago Tribune’e verdiği demeçte Chicerin, “Bu konuda yapılacak bir konferansta Rusya’nın söz hakkına sahip olmaması başarısızlığa mahkûmdur. Bu konuda alınacak herhangi bir kararı Rusya tanımayacaktır.” diyerek, bu dengedeki belirleyici unsurlardan birinin kendi ülkesi olduğunu göstermiştir. Tabi belirtilmelidir ki, gerek Anadolu gerekse Rusya toprakları o yıllarda savaşlarla yoğrulmakta ve neredeyse aynı düşmana karşı mücadele vermektedir. Bu doğal bir ittifaka sebebiyet verir. Mustafa Kemal’in “avamili tabiyeden mütehassil” dediği bu doğal dostluk, Atatürk’ün politik pragmatizmiyle vücud bulmuş ve 500 kilo altınla başlayan ve silah aktarımıyla(Trabzon Limanı) devam eden bir yardım kampanyası Türkiye’ye can damarı olmuştur. Atatürk’ün 5 Ekim 1920 tarihinde Hakimiyet-i Milliye gazetesinde yayınlattığı yazı, dostluğa verilen önemi kafi derecede açıklıyor:
“Türklerle Bolşevikler yahut Türk milleti ile Rus milleti aynı Doğu’nun milletleridir(…) Yeni Rusya, Yeni Türkiye el ele, dünyayı emperyalist zulmünden kurtaracak olan hareketin öncüleridir…”
Tabi Beyaz ordularla savaşın tam ortasında olan Lenin’in bu konuya Türkiye kadar dikkat verdiğini söylemek zor. Ermenistan ve Azerbaycan politikalarına gereken hassasiyet gösterilmiyor. Türkiye’nin yüzünü batıya dönme ihtimaline karşıysa gereken ciddi tavırı göremiyoruz. Bolşeviklerin yalnızca Anadoluda yapılanmaya gittiğini söylemek mümkün. Ancak bu hareket 18 Ekim 1920 günü kurulan Türkiye Komünist Partisi ile kontrol altına giriyor.
Tabi 1921’de Gürcistan’a saldıran Kızıl Orduya karşı Atatürk’ün tedirgin olduğu da biliniyor. Hatta Hüseyin Avni Bey’in Ruslarla olan ittifaka sert karşı çıkışları bile vardır. Ama burada verilmesi gereken cevabı Atatürk gayet güzelce belirtiyor; “ehveni şer”. Dış politika analizi, müttefiki düşmanların arasından eleyip, dostluk temellerinde pragmatik amaçlar yürütmeyi gerektirir bazen. İşte Rusya da Türkiye için ehveni şerdir. Kaldı ki devrim modelleri ayrı olan iki yapının tamamen aynı idealler üzerinde birleşmesi de pek olağan gözükmüyor. İki ülke sadece birbirlerine göz kırpıyor ve ortak düşmana karşı müttefik plan oluşturuyorlar. Halkçılık programını açıklayan Mustafa Kemal sol algısı üzerinde Bolşeviklere iyi gözükürken, Bolşevikler de yaptıkları açıklamalarda Misak-ı Milli sınırlarına saygılı olduklarını belirtiyorlar.
Tabi tam Lozan arefesinde yürümekte olan bir başka plan vardır. İngiltere Dışişleri Bakanlığı yetkilisi Reginald W.A. Leeper;
“Dost bir Rusya’yı düşman bir Türkiye’ye karşı kullanmak bize yardımcı olmayacaktır, çünkü Rusya’yı etkilemez ve onun politikasını denetleyemeyiz. Türkiye’yi Rusya’ya karşı kullanma siyasası ise henüz denenmemiştir. (…) gerekirse, bu deney, bizi şimdi tehdit eden birçok komplikasyonlardan kurtarabilir.”
Bakalım neler getirecek ilerleyen günler…
Yusuf Kemal Bey’e haber gitmiştir. Yeni hariciye vekili, Garp Cephesi Kumandanıdır artık.