GB: Bize biraz kendinizden bahseder misiniz?
Sönmezsoy: Bilkent Üniversitesi İşletme bölümünden mezunum. Ardından Amerika’ya yerleştim. University of San Francisco’da MBA programını tamamladım. Kariyerime San Francisco’daki bir halkla ilişkiler ajansında metin yazarı, müşteri ilişkileri direktörü ve daha sonra medya ilişkileri direktörü olarak başladım. Türkiye’ye döndükten sonra uzun seneler Samsung Electronics’de pazarlama müdürü görevini üstlendikten sonra babamın reklam ajansında müşteri ilişkileri direktörü olarak çalışmaya devam ettim. Cafe Fernando’nun 4. yaş günü olan 31 Mart 2010 tarihinden itibaren de kariyerime yeni bir yön vererek tam zamanlı blog yazarı oldum. Tasarım, yazılar ve fotoğrafların tamamının bana ait olduğu yemek blogum Cafe Fernando’yu her ay 200’ü aşkın farklı ülkeden bağlanan 250.000 kişi ziyaret ediyor. Geçen sene Haziran ayında ilk kitabım olan “Cafe Fernando: Bir pasta yaptım, yanağını dayar uyursun” çıktı.
GB: Bilkent’i ve İşletme Fakültesi’ni tercih etme sebepleriniz nelerdi?
Sönmezsoy: Bilkent’i konumla alakalı İngilizce eğitim almak için tercih ettim. İşletme Fakültesi’ni seçmemin özel bir sebebi yok. Reklam ve pazarlama konularına ucundan bir ilgim vardı ama aslına bakarsanız tam olarak ne okumak istediğimi bilmiyordum.
GB:Üniversite hayatınız boyunca ne tarz aktivitelerde bulundunuz ve aktif olarak rol aldığınız bir kulüp var mıydı?
Sönmezsoy: Uzun seneler Radyo Bilkent’te program yaptım.
GB: Bilkent mezunu olmak kariyeriniz boyunca size avantajlar/dezavantajlar sağladı mı?
Sönmezsoy: Bilkent’te ne kadar sağlam bir eğitim aldığımı Amerika’da MBA yaparken daha iyi anladım. Kurumsal kariyerimde de muhakkak bir avantaj sağlamıştır.
GB: Yemek yapmaya ne zaman başladınız? Bu alana nasıl yönlendiniz?
Sönmezsoy: Yemek yemeye çocukluğumdan beri düşkünüm, ama yemek yapmaya olan ilgim – tamamen zorunluluktan – üniversite yıllarında başladı. O zamana kadar mutfağa girmişliğim pek yoktu. Ne zaman Bilkent’i kazanıp ailemden uzakta yaşamaya başladım, iş başa düştü. Yurt çevresinde bulabileceğiniz yemekler kısıtlı olduğu için tek çare elimden geldiği kadar yurt mutfağındaki ocakta kendi kendime yemek yapmaktı. 20-30 kişiyle paylaşılan, buzdolabına koyduğunuz her şey 10 dakika içinde buharlaşan ve tek bir elektrikli ocaktan ibaret mutfakta ne kadar yemek yapılırsa. Her öğrenci gibi ben de makarnayla başladım işe. Bir süre sonra bu tekdüzelikten sıkılınca yeni şeyler öğrenme isteği doğdu. Telefonda annemden tarifler alarak yemek yapmayı öğrendim.
Ardından Amerika’ya yerleşince bu ihtiyaçtan doğan merak başka bir boyut kazandı. San Francisco’nun birçok kültürü bir arada barındıran ve malzeme konusunda çok zengin seçenekler sunan bir şehir olmasının bunda büyük bir payı var. Mevsimselliğin ve kaliteli malzemenin önemini orada kavradım. Buraya döndükten sonra da özlediğim tatları kendi mutfağımda buradaki malzemelerle oluşturmaya başladım ve zamanla ilgim tutkuya dönüştü.
GB: Cafe Fernando’yu kurarken bu kadar büyüyeceğini ve dünyanın en iyi 50 yemek blogu arasına gireceğini hiç düşünmüş müydünüz?
Sönmezsoy: Bundan 9 sene önce blog yazmaya başladığımda çok bir amacım yoktu. Günlerden bir gün bir blog gördüm ve hayatım değişti. Böyle klişe cümleleri hiç sevmem ama gerçek. En yakın arkadaşımın bir yemek blogu var, ara sıra onu okurdum, sonra onun blogundaki bir linkten İngiltere’de yaşayan yemek blogu yazarı ve fotoğrafçı Keiko’nun bloguna girdim ve o anda ben de bunu yapmalıyım dediğimi hatırlıyorum. Böyle amaçsız bir istekti ilk etapta. Ondan sonra düşününce oraya buraya yazdığım tarifler, yemek dergileri ve kitaplarında işaretlediğim yanında tonlara notlar olan tarifler bir düzene girer hem de yurt dışındaki arkadaşlarımla sitem aracılığıyla iletişimde kalırım diye başladım ama buralara geleceğini hiç düşünmemiştim.
GB: “Brownie” tarifiniz büyük beğeni kazandı ve “Yılın En İyi Özgün Tatlı Tarifi”ni kazandı, bu konu hakkında ne düşünüyorsunuz?
Sönmezsoy: Dünyada bu kadar fazla brownie tarifi varken, benim hazırladığım brownie tarifinin binlerce aday arasından sıyrılması ve özgünlüğünün ödül almış olması çok gurur verici.
GB: Birçok prestij sahibi dergiden ödüller aldınız ve kendinize has bir tarzınız var. Bunu oluşturmayı nasıl başardınız?
Sönmezsoy: Yazı dilim ve fotoğraf stilim zamanla oluştu. Sabrederek ve yılmayarak başardım diyebiliriz.
GB: Hem yemekleri yapıp fotoğraflarını çekmek hem de bloga koyup okuyucuların sorularını güncel bir şekilde takip etmek zor olmuyor mu? Sizi motive eden şeyler nelerdir?
Sönmezsoy: Zor oluyor tabii. Beni motive eden şey yaptığım işi çok sevmek.
GB: Kitabınızın da bloğunuz gibi bir başarıya imza atacağını düşünüyor musunuz?
Sönmezsoy: Hali hazırda büyük bir başarıya imza attığını düşünüyorum. Türkiye’de kitap okuma oranı çok düşük. Baskı maliyetleri düşünüldüğünde, bir yemek kitabının fiyatı diğer kitaplara oranla çok yüksekte kalıyor. Buna rağmen kitabımın ilk baskısı üç günde tükendi ve çıktığı ilk 6 ay içinde 6 baskı yaptı. Instagramda ve diğer sosyal medya mecralarında sürekli okurların kitaptan yaptığı tariflerin fotoğraflarını görüyorum, yorumlarını okuyorum. Bu, okurların kitabı ne derece sahiplendiğinin göstergesi. Hiçbir ödül bunun yerini tutamaz.
GB: Geleceğe dair planlarınız nelerdir?
Sönmezsoy: Yaşadığım sürece kitap yazmak istiyorum. Yemek kitabı yazmak oldukça büyük bir yatırım gerektiriyor ve maalesef kitabımdan kazandığım telif bunun için yeterli değil. Onun için arada yemek fotoğrafçılığı ve stilistliği yapmaya devam edeceğim.
GB: Son olarak, sizin yolunuzda ilerlemeyi düşünenlere ne gibi tavsiyelerde bulunursunuz?
Sönmezsoy: Her ne yapıyorsanız, her zaman yapabileceğinizin en iyisini yapmaya çalışın. Sürekli kendinizi geliştirin. Ve hiçbir zaman yılmayın.
Cenk Sönmezsoy’a bize vakit ayırdığı için teşekkür ediyor ve başarılarının devamını diliyoruz.