Genç, dinamik, başarılı ve hayalleri olan bir girişimci; Senem Çağla Bilgin. Henüz küratörlüğe yeni adım atmasına rağmen, böyle iddialı ve anlamlı bir sergi oluşturması takdir edilesi doğrusu. Serginin ismini duyduğum zaman, anlatılmak istenilen temel konuyu öğrenmek için can atmadım değil. İronik bir isme sahip olan sergi, sizi bazı kavramlara karşı sorgusal bir tutum içinde bırakıyor çünkü. Küratör kime denilirdi ve anlamı sanatçılara göre ne ifade ediyordu? Bunları öğrenmek ve sanatçıların bakış açılarını incelemek için sergiye gidip sanatçıların işlerini görmeniz yeterli olacaktır. Sahip olduğunuz fikirlerinizi etkileneceğine eminim! Konuşurken enerjisi ile farklı bir bakış açısı elde etmemi sağlayan Senem Çağla Bilgin’e sergi hakkında merak ettiklerimizi sorduk, kendisi tüm samimiyeti ve içtenliği ile yanıtladı.
GazeteBilkent: Kendinizi kısaca tanıtır mısınız?
Ankaralıyım. Hacettepe Üniversitesi’nde Sanat Tarihi ile eş zamanlı olarak Medya ve İletişim okudum. Şu an sanatın farklı bir alanında ilerlesem de, esasen sanatla olan iletişimim erken başladı. 12 yaşımda aldığım keman ve konservatuar hazırlık eğitimleri sonrasında, bir şekilde bu yola kanalize olmaya, ilgilenmeye, merak duymaya başladım. Sonuçta sanat dediğimiz şey; müziğiyle, edebiyatıyla, resmiyle, heykeliyle, diğer dallarıyla beraber; bir yaşam şeklini ifade ediyor. Üniversite yıllarımın başında viyolonsele başlayıp, çeşitli senfoni orkestralarında solo ve quartet olarak konserler verdim. Fakat; müziği hiçbir zaman profesyonel anlamda yaptığım bir “iş”e dönüştürmedim. Onun yerine lisans eğitimimi Sanat Tarihi üzerine yaparak bu süreci devam ettirmeye, geliştirmeye “çağdaş sanat” ile ilişkilendirmeye gayret ettim. İstanbul ve Ankara’da farklı sanat galerilerinde çalıştım.
Şu an özel koleksiyonlara danışmanlık yapmanın yanı sıra, şirketlerin enstalasyon projelerini gerçekleştiriyorum. 2013’ten bu yana da, Siyah Beyaz Sanat Galerisi’nde çalışıyorum. Aslında Siyah Beyaz’a başlama hikayem biraz değişikti. Okuldan mezun olduğum sene, İtalya’daki bir üniversitenin Sanat Tarihi Bölümü’nden asistanlık için kabul almıştım. O sırada Siyah Beyaz Sanat Galerisi de 30. yıl kitap projesi için bir ekip arkadaşı arıyordu. Okuldan bir hocamın önerisi-referansıyla görüşmeye gittim ve olumlu sonuçlandı. Normalde, yalnızca kitap projesi süresince birlikte olacakken, devam etmeye karar verdik. İçerisinde yer aldığım, birbiriyle bağlantılı disiplinler hakkında, öğrenme süreci hiçbir zaman bitmiyor diye düşünüyorum. Sanat Tarihi, medya-iletişim, viyolonsel her zaman vardı; ama bunun dışında sanat eleştirileri ve yorumları da yapıyordum. Bu sene bunu süreklilik arz edecek şekilde yapmaya başladım. İki aylık bir çağdaş sanat dergisi olan ‘Artunlimited’da sergi eleştirileri ve yorumları yazıyorum. Sanat Tarihi, tek bir alanın periferinde konumlanacak kadar stabil değil. Sanat tarihçisi olarak; sen aslında çok geniş bir skalanın içerisinde duruyorsun ve bir şekilde bunlara entegre olman gerekiyor. Mesela galeride bu sene geliştirdiğimiz bir sistem var; her ay sergisi olan sanatçıyla bir röportaj gerçekleştiriyorum. Bunun hem sanatçı, hem izleyici hem de kendim için faydalı olduğunu düşünüyorum.
GazeteBilkent: Bu ilk küratörlük deneyiminiz mi? Bu süreç nasıl oluştu?
Evet, ilk deneyimim. Siyah Beyaz’ın 30. yılı kapsamında gerçekleştirdiğimiz “Orası Kamusal Alan” kitabında röportaj yapılan kişilerin eğlenceli sözlerinden derlenen kartpostallar vardı. Bunlardan bir tanesinde de ‘Küratör Denen Canavar’ yazıyordu. Açıkçası, ‘Küratör Denen Canavar’ beni güldürmüştü. Bu cümle, şu anki halimize de bakınca bana hep sorgulanması gereken bir şey olarak geldi. Bunu sorgulamaya başladığımda, doğal olarak fikirler oluştu. Bunu bir sergiye dönüştürsem kimler olmalı, içeriği nasıl olmalı, ben kendimi mi eleştirmeliyim yoksa kavramı mı sorgulamalıyım diye düşünmeye başladım. Zaten adı da ironik. Burada kimseye ‘canavar’ deme gibi bir amacım yok, hedefim bunu negatif bir yöne sürüklemek de değil. Küratör kimdir diye sorgulayacak yetkinlikte zaten değilim. Bunları bilerek, sanatçıların küratörle olan ilişkilerini yeniden kurgulamaya başladım. Tam da; Türkiye’de bu kavram gittikçe anlamını yitirmeye ve moda olmaya başlamışken. Bu işin başındayım ama gözlemlerim bu yönde. Bu sergide küratör ve sanatçı arasındaki ilişkiyi yeniden yapılandırmanın yanı sıra, küratörün kitle ve sanatçı arasındaki yerini sağlamlaştırıyorum. Çünkü son dönemlerde; herkesin bunu bir ön sıfata dönüştürmesi, kendini bu şekilde lanse etmesi beni tedirgin etmeye başladı. Sanatçılara belirli bir çerçeve içinde, düşüncelerimi dikte etmeden, onların özgürce bu bağlantıyı kurabilecekleri bir süreç tasarladım. Projeyi ben oluştursam da, sonuçta sergiyi sanatçılar yaratıyor.
GazeteBilkent: Sergide yer alacak sanatçıları nasıl belirlediniz?
9 sanatçıyla çalışıyorum ve baktığınızda hepsi genç kuşak diyebileceğimiz sanatçılar. Onlar ile çalışmamın sebebi, hem fikirlerine ve eserlerine olan hayranlığım; hem de onlar da henüz “yolun başındayken” bu kavramı karşılıklı konumlandırabilmek.
GazeteBilkent: Sergide sergilenecek eserler daha önce yapmış oldukları çalışmalar mı olacak, yoksa yeni çalışmalar mı göreceğiz?
Herkes kendisini ifade ettiği yeni bir eser üretti. Her sanatçıdan bir tane eser yer alacak. Zaten aksi, bu projenin amacına ters düşerdi.
GazeteBilkent: Türkiye’de alışmış olduğumuz geleneksel sergi anlayışından farklı olarak, performans sanatına da yer veriyorsunuz. Performans sanatını yapacak olan sanatçı kim ve bu fikir nasıl gelişti?
Öncelikle; sergideki eserlere ait hiçbir fikir bana ait değil. Zaten olmasını da istemedim, bu benim anlatmaya çalıştığım şeye çok ters. Onlarla karşılıklı fikir alışverişi yaptık; ama herhangi bir yönlendirmem olmadı. Performans sanatını yapacak sanatçımız: Tuğberk Selçuk. Ticari kaygılardan, galerilerin ve küratörlerin onları kısıtlamasından dolayı yapamadıkları şeyleri yapsınlar istedim. Onlara özgür bir alan tanıdım ve bu da performans sanatının altyapısında olması gereken önemli unsurlardan biriydi. Sanatçılardan kafalarında tasarladıkları projeleri yapmalarını istedim; tabii bu, sergi ile anlatmaya çalıştıklarım doğrultusunda ilerleyecekti. Onlar da bunun üzerinden eser ürettiler. Performans sanatına dair konuşacak olursak, Art Basel, Frieze London gibi yurt dışında gerçekleşen pek çok fuar ve sergi gezdim ve bunlar performans sanatını içeriyorlardı. Giderek sanatın bu alanını çok sevdiğimi fark ettim. Türkiye’de bazı süreçler çok geç geliyor. Bunu çalıştığım galerilerden ve izleyicilerin tepkisinden de deneyimledim. İzleyici bazında değerlendirmem şöyle; resmi artık anlayıp yorumlayabiliyoruz, heykele henüz yeni alıştık, video sanatına alışamadık. Mesela; ‘video-art’ın hala satılabilir olup-olmamasıyla alakalı şüphelerimiz var. Doğal olarak; performans sanatı bir hayal gibi. İşin sanat kısmına bakarsak, belki ben de hayal etmeyi seven biriyimdir. Sanatın hayatıma bir şey katması benim için çok önemli. Performans sanatı, deneyimleyebileceğin ve sana doğrudan bir şeyler katan bir alan. Tuğberk Selçuk da hazırladığı metin hakkında bir performans sanatı sunacak. Böyle bir sanatın sunulacak olması, Ankaralı izleyicilerin için çok büyük bir şans. Henüz aşina olmadığımız bu disiplinin sunulacak olması ve izleyicilerle ilişki kuracak olması benim için oldukça önemli.
GazeteBilkent: Diğer sergilerden farklı ve düşündüren bir sergi olacak, beklentileriniz nelerdir?
Dediğim gibi, niyetim küratör kavramını sanatçılar açısından sorgulamak ve ilişkiyi yeniden yapılandırmak. Beklentilerimden biri; küratörün, kitle ve sanatçı arasındaki yerini sağlamlaştırarak, küratörün bir anlamda “rol çaldığı” diğer kimliklere yerlerini geri vermesidir. Sanatçının önüne geçersen, üretimini etkilemiş oluyorsun. İzleyicinin önüne geçersen de, sanatçıyı ötelemiş oluyorsun. ‘Küratör Denen Canavar’ sergisiyle, bütün bu anlattığım fikirlerin yeniden gündeme geleceğini umuyorum.