Yıllardan bu yana gelişmekte olan ülke efsanesi, “Türkiye”. Ben bu nitelendirmeye hiçbir zaman inanmadım. Ama gerek siyasetçilerimiz gerek vatandaşlar bu konuda kendilerini kandırmayı gayet iyi başarabiliyorlar. Hiçbir olayda bakmıyoruz gerçek rakamlara, istatistiklere. Gelin bu sefer göz atalım neyimiz varmış neyimiz yokmuş diye.
Türkiye Cumhuriyeti 1923 yılında kuruldu. Sadece 15 yıl içerisinde büyük bir kalkınma hamlesi başlatıldı. Şimdi sosyal ağızları, vay efendim şu kadar insan asıldı, bu kadar insan öldürüldü, şapkaydı, İstiklal Mahkemelerini vs. bir kenara bırakalım. Gelin dönemin farklı konularına da bakalım. Bu 15 yıllık süre içerisinde borçlar önemli oranda azaltıldı. Buna ek olarak memleketin her dört bir tarafına fabrikalar ve atölyeler kuruldu. Toplamda irili ufaklı bu fabrikaların sayısı 137’dir. Fabrikalara harcanan bütçe ve diğer giderleri, atölyeler hakkında daha detaylı bilgiyi okulumuz hocalarından Onur Gökçe’nin arşivinde bulabilirsiniz.
İşte o zamanlardan bu yana süregelen bir serüven gelişmekte olan ülke Türkiye sloganı. Maalesef yaklaşık 100 yıldır aynı yerdeyiz. 1960’lı yıllarda Güney Kore’ye ekonomik büyüme bakımından 17 kat fark atan bir ülkeydi Türkiye, bugün Güney Kore’nin Ar-Ge’ye ayırdığı bütçenin 17 sıra gerisinde yer almakta.
O günlerden bugünlere kadar ülkede büyük bir ilerleme olmadı. Orta Doğu, İran, Türkistan Coğrafyası, Irak Kürtleri, Araplar vs. hep bizim kanımızı emen bir canavar olarak gösterildi. Ancak bu canavarlara Batı devletleri bizim satabileceğimiz her şeyi sattılar; don lastiğinden, peynire, şampuandan vida tanesine kadar. Ne zaman biz bu konuda aklımızı başımıza aldık işte o zaman bazı şeyler değişmeye başladı. Öcü olarak nitelendirdiklerimiz aslında ticaret ortağımız olabiliyormuş. Bunu hükümet 2002-2007 yılları arasında fazlasıyla güzel gösterdi, örnekledi. Zaten bu durum sayesinde yıllık büyümemiz %6.8’i buldu. 2012 yılına kadar çift haneli büyümelere çıkması konuşuluyordu Türkiye’nin. Brezilya ile eş değer görülüyordu gelişme düzeyleri. Peki ya ne değişti de bu büyüme oranları %3’lere geriledi.
Tabi bu durumun farklı boyutları vardır, altında yatan sebepler de mutlaka farklıdır. Ben sadece birkaçına değinmek istiyorum. Türkiye bu büyümeyi teknoloji ürünleri, makine-kimya veya savunma sanayisi ile karşılamadı aslında. Bu büyümedeki pay ekonominin 2002’den sonra daha da liberalleşmesiyle bazı kaynakların ortaya çıkması oldu. Yani ham maddeyi daha fazla tüketerek yarı bir ürün ortaya koyduk. Bundan dolayı da cari açığımız hala yüksek ve IMF 2016-2017 arasında Türkiye’yi uyarıyor. Bunu Ekonomi Bakanlığının resmi verileri açıklıyor:
432 Ton demir ihraç etmemiz sadece 1 tır cep telefonu ithalatımıza,
582 Tır ekmeklik un ihracatımız sadece 1 tır ilaç ithalatımıza,
2088 Tır krom göndermemiz 1 tır aşıya,
2612 tır çimento ihracatımız sadece 1 tır bilgisayara,
25 tır mermer satışımız sadece 1 tek tomografi cihazı ithalatımıza tekabül ediyor.
Bazı tüketim ürünlerinde vergi indirimi yapan bakanlığımız yüksek teknoloji ihracatında yerinde sayıyor. Bakın Dünya Bankası verilerine göre, Çin’in 2011’de yüksek teknoloji ihracatı 457.1 milyar $, Polonya’nın 8.6 milyar $, Brezilya’nın 8.4 milyar $ iken Türkiye’nin sadece 1.9 milyar $’dır. Yani mermeri ocaktan çıkarıp gemiye yükleyip karşılığında tek bir tomografi cihazı almak, Afrika’daki gelişmemiş ülkelerin işi. Zaten öyle olduğu için bizim rakamlarımız hep 1’ler 2’ler. Hiç 10’larımız, 100’lerimiz olmadı bizim.
Buradaki bir diğer etken de Doğu toplumu havasına girerek duygusallaşmak; bunun en güzel örneğini, Mısır, İsrail, Suriye ve Irak ile olan ilişkilerimizde görebiliyoruz. Birçok ihracat kapısının kapanması, Güney Asya’da ve Kuzey Afrika’da alternatif pazarların bulunamaması, AB içindeki kriz, Türkiye’nin bir anlamda elini kolunu bağladı. Dış Politikada temellerin bunlar üzerine yerleşmesi aslında ABD ile İncirlik üzerinde yapılan anlaşma haricinde kötü birçok sonuç doğurmuştur. Uzun yıllardır oluşamamış ticaret havzaları 2002 sonrası hükumet tarafından oluşturuldu ancak tekrar mevcut hükumet sayesinde bugün bu alanlar can çekişiyor. Bugün demokrasi çığırtkanlığı yapan Fransa, Almanya ve İngiltere gibi ülkeler Mısır’da ve Suriye’de ofisler, konsolosluklar bulundurmaya devam ediyor, ticaretini düşürse de bitirmiyor, yarın tekrar bu pazarda yer alırım belki diye. Ancak biz hem vatandaşlar hem yöneticiler olarak kendimizi bir takım hayaller ve duygusal betimlemeler içerisinde oyalıyoruz.
Bu duygusallığın dış ticaretimizin her alanında görebiliriz. Türkiye yıllardır bir enerji kahramanı yaratamıyor. Enerji sahalarına yakın alanlarda konumlanmamıza rağmen herhangi bir enerji şirketimizle enerji piyasasında söz sahibi olamıyoruz. TPAO ve BOTAŞ haricinde ki bunlar da kamu kuruluşları olarak faaliyet gösteriyor herhangi bir özel girişimi göremiyoruz yurt dışında. Bunun başlıca sebebi bazı politik koşulların ticareti engellemesi yani ideolojik ve duygusal yaklaşmamız. Maalesef ülke olarak devletin özel girişime yol göstermek amacıyla oluşturduğu bir strateji planı yok. Başı kesik bir tavuk gibi hareket ediyoruz. İşte bu yüzden gelişme hamlesinin önündeki engellerden birini de duygusallık olarak düşünüyorum.
Aslında dışa borçlanmada, Kişi Başına Düşen Milli Gelirde ve büyüme oranının azalmasındaki en büyük sebeplerden biri de tasarruf oranının oldukça düşmesi. Bazı zengin Arap ülkeleri haricinde (Suudi Arabistan’ın tasarruf oranı %1.3 civarındadır), çoğu ülke %10’un üstünde bir orana sahiptir. Türkiye’nin normalde bu oranı gelişme düzeyine bakıldığında %22-23 olmalıdır. Ancak Türkiye’nin tasarruf oranı %11-13 arasında gidip gelmektedir. En büyük problem de buradan kaynaklanmaktadır. Bizim durağan dönemlerini yaşıyorlar diye kötülediğimiz Almanya’da bu oran %50’nin üzerindedir. Yine Çin ve Güney Kore’de de oldukça yüksektir. Bu demek oluyor ki kaynaklarımızı boşa harcıyoruz. Doğru bir şekilde değerlendiremiyoruz, boşa harcıyoruz, israf ediyoruz. 2008 yılında 12.000 $ milli gelirimiz varken yıl geçtikçe düşüyor. Çünkü yukarıda saydıklarımın yanı sıra son yıllarda dolar kurunun yüksekliği de bana kalırsa 9000$’ın bile altına düşmemize yol açabilir.
Bu bağlamda, Türkiye’nin bir an önce politik bunalımları bir kenara bırakıp, ideoloji yerine strateji, duygusallık yerine rasyonalite getirerek ekonomi politikalarını iyileştirmeli. Hedefleri doğrultusunda önüne çıkabilecek her türlü şahıs ve çıkar bazlı çatışmayı azamiye indirmelidir. Bu noktada yetkililer akıllarına Homeros’un “Öyleyse çocuğum kendi stratejini geliştir ki ödüller elimizden kaçmasın.” cümlesini getirmelidirler.
Onur Gökçe, Bilkent Üniversitesi, Öğretim Üyesi, Arşiv
Emin Çapa, Dünyadaki Tarihi Kırılmalar, Pazarlama Zirvesi, 2013
Emin Çapa, Türk Hamamlarının Kaldırma Kuvveti Neden Yok?, Ted Talks