Yazı dizisinin ilk kısmına bu linkten ulaşabilirsiniz.
Martin Scorsese’nin kara komedi filmlerinin çıktıkları dönemde hak ettikleri değeri görememe gibi kötü bir huyu var. 1982 yapımı The King of Comedy de bu furyanın bir parçası. Chicago Sun-Times’da 36 yıl boyunca film eleştiren Roger Ebert’in hakkında “Gördüğüm en yavan, can sıkıcı, sakat filmlerden biri. Scorsese’nin elinden çıkmış olmasına inanmak güç” dediği The King of Comedy gişede tam anlamıyla yere çakılmıştır. Yıllar geçtikten sonra tekrar gündeme gelen yapıtın taşıdığı özgün değerin devrimsel bazı taraflar taşıdığı nihayet itiraf edilmiştir.
Tek arzusu bir gün herkes tarafından tanınan bir televizyon şovmeni olmak olan Rupert Pupkin adlı basit görünümlü bir adamın yaşadıkları ile yaşadıklarını hayal ettiği sahnelerin sarkastik bir biçimde iç içe geçmiş bir biçimde yansıtıldığı kurgu kimileri tarafından büyüleyici, kimileri tarafından ise başarısız bulunmuştu. Günümüzde gerçek ile hayalin belirli belirsiz bir biçimde birlikte resmedildiği yapıtları daha yaygın olarak gördüğümüz gerçeği, hem The King of Comedy’nin başarısının hem de öncülüğünün göstergesi. Ana karakterin etrafında örgülenen ve onun psikolojik devinimlerini başarıyla yansıtan senaryo kadar bu rolün altından başarıyla kalkan Robert De Niro da daha sonra övgüye değer bulmuştur. Scorsese, De Niro’nun The King of Comedy‘deki aktörlük performansı için “Benim yönettiğim filmler arasındaki en iyi oyunculuğu” yorumunda bulunmuştur.
İnatçı bir adam olan Rupert Pupkin, çoğu zaman karşısındakinin dediklerini işine geldiği gibi yorumlayan, sonuç odaklı ve son derece yüzsüz bir karakterdir. Bir gece hayranlarının yoğun ilgisinden kaçmakta olan talk-show sunucusu Jerry Langford ile bir arabanın arka koltuğunu paylaşma şansına erişir. Aşırı samimi ve yapışkan karakteri nedeniyle Langford’un ağzından “dostluklarını” ileride de sürdürebileceklerine dair taahhüt minvalinde birkaç kelime koparıverir. Büyük ihtimalle o gecenin ardından Pupkin’i bir kez daha görmeyeceğini düşünen Langford’un bu tahmini acı bir şekilde hatalı çıkacaktır. Çünkü Pupkin halihazırda ünlü sunucunun dudaklarından dökülen birkaç sözün mirası ile birkaç kadını bile etkilemeyi başarmıştır!
Büyük bir hevesle evinde hayali bir talk-show canlandıran Pupkin, bu tek kişilik tiyatroyu bir kasede kaydeder. Kendini çeşitli halisünatif yolculuklar esnasında coşkun kalabalıkların alkışlarını mağrur bir şekilde kabul ederken, lisedeki hocasını mahcubiyet içinde “Sendeki cevheri göremediğimiz için bizi affet, hepimizi yanılttın” derken, birkaç gün evvel tanıştığı kadın ile şaşalı bir düğünde evlenirken gören Pupkin’in hikayesi aslında hiç de eğlendirici değildir. Çünkü hayatı boyunca başarısızlıktan başka bir şey tatmamış bir insanın geçmişinin bıraktığı yaraların bütün travmatik etkileri ve kompleksleri üzerindeyken giriştiği umutsuz ve çaresiz bu macera, şüphesiz, güldürücü değil düşündürücü özellikler taşımaktadır. Zira bu zavallı ve silik kalmaya mahkum adamın garip soyadı bile çoğu zaman kendini tanıttığı kişiler tarafından kısa süre içinde unutulup, hatalı bir şekilde telaffuz edilmektedir. İşin ironik yönünü unutturmadan güldürmek Scorsese tarzı kara komedilerin bir alametifarikası olsa gerek.
Filmin final sahnesi de çok yönlü yorumlara açıktır. Davetsiz olarak evini ve iş yerini işgal ettiği, telefonlarını taciz ettiği Jerry Langford’dan beklediği karşılığı alamayan Pupkin, saplantısal olarak ilgi duyduğu bu adamı kaçırır ve kafasına silah dayayarak ancak ve ancak kendi şovunu canlı bir şekilde yayınlarsa serbest bırakabileceğini söyler. Scorsese’nin bu filmden 3 sene sonra vizyona girecek bir diğer kara komedisi After Hours’daki uzun ve rahatsız geceyi andıran bir kasvetli akşam Pupkin için hapiste biter. Gerçek mi yoksa yine Pupkin’in fantezilerinden biri mi olduğu izleyicinin seçimine bırakılan son sahnedeki ana haber bülteni Rupert Pupkin’in hapishanede kaleme aldığı etkileyici otobiyografisinin en çok satanlar listesinde olduğunu haber vermekte, kıpkırmızı bir takım elbise içerisinde gördüğümüz Pupkin ise sahnede spot ışıkları altında salonu hıncahınç doldurmuş izleyicilerin abartılı alkışlarını ve spikerin olağanüstü övgülerini güya mütevazı bir tavırda selamlamaktadır.
Olağan dışı kurgusu, Robert De Niro’nun kişiliğini özümsemiş bir şekilde canlandırdığı karakterin kendi içindeki tutarlı ama ucube duruşu, izleyiciye izledikleri sahnenin gerçek veya hayal olduğunu belirleme özgürlüğünün bırakılması, karamsarlık ve çaresizlik dolu hikayesinin bir şekilde aynı zamanda güldürücü bir vaziyete bürünebilmesi The King of Comedy’yi övgüye değer kılıyor.