İran’ın, nükleer çalışmalar konusunda Batı ile vardığı anlaşmalar konusunda herkes kendi durduğu noktadan yorumlar yapıyor. Konunun Batılı çevrelerce algılanış tarzı ile İran tarafından değerlendiriliş biçimi arasında 180 derece fark bulunduğu da bariz şekilde görülüyor. Batı da İran da varılan noktayı kendi açılarından ciddi bir “kazanım” olarak değerlendiriyor.

Ruhani’nin işbaşına gelmesiyle birlikte İran’ın, devrimin temel vurgularından birini teşkil eden kendi deyimleri ile “Büyük Şeytan ABD” ile ciddi bir yakınlaşma içine girmesi, Rusya ve Çin ile aleni, bir kısım Batılı ülkelerle “örtülü” biçimde yürütülen ilişkilerin bütünüyle “resmiyet” kazanması anlamına geliyor. Artık İran –belki İsrail hariç– bütün dünya nezdinde “makbuliyet” elde etmiş bir İran olarak duruyor karşımızda. Üzerindeki ambargonun kalkmasıyla birlikte İran dünyaya daha rahat açılacak bir ülke konumuna konuşlanmıştır.

Nükleer silah üretme niyeti taşımadığı konusunda dünyayı ikna etmiş olan İran, El Kaide ve IŞİD/DAİŞ gibi örgütlerle mücadele bağlamında Batı‘nın bölgedeki gönüllü partneri olma rolünü de başarıyla oynayabileceğini ispat etmiştir. Bu da demektir ki kendisine de vakti gelince topraktan pay düşecektir.

Rusya ve Çin’le zaten stratejik ortaklıkları bulunan İran, geldiğimiz noktada elini çok daha güçlendirmiş olarak doğusuyla batısıyla bütün dünyayla daha rahat ilişki kurabilecek ve böylece uzak hedeflerine ulaşma konusunda önemli avantajlar elde etmiş olacaktır.

Güçlü bir İran ne anlama gelmektedir?

1979’dan itibaren geride bıraktığımız 36 yıl içinde, “İslam Devrimi”nin Ümmet’e ne kazandırdığı sorusuna verilecek cevap, meseleyi kestirmeden netleştirmemizi mümkün kılacaktır.

Bu süreç içinde Müslümanların Ümmet refleksine kavuşması noktasında ne gibi yapıcı roller üstlenmiştir diye baktığımızda karşımıza kocaman bir çelişki çıkacaktır. İslam adına devrim yapmış ve bunu Ümmet’e bu şekilde propaganda etmiş bir ülke, şu anda Ümmet’le savaşıyor! Geride bıraktığımız 36 yıl net bir şekilde gösterdi ki, İsrail ve Batı/ABD karşıtlığı, sadece aldatmaya dönük içi boş bir “söylem” olarak karşılık buluyor şahsımda. Ne İsrail ile, ne ABD ve Batıyla ciddi bir meselesi oldu İran’ın! Tam aksine, etki alanını İslam Coğrafyası‘nda Ümmet’le çatışarak genişletmekten başka bir meselesi olmadı. Hatta bunun için gerektiğinde kendi söylemleri ile “Büyük Şeytan”la işbirliği yapmaktan çekinmedi. Irak ve Afganistan işgalleri bunun açık ispatı. Ahmedinejad’ın bizzat kendi ağzından şunları da dinleyebilirsiniz.

fft99_mf2883339

Dolayısıyla “güçlü bir İran”, Ümmet için daha tehlikeli bir İran demektir. Bu güç, ileride nükleer silah yapma aşamasına gelmeyi başardığında da bundan ilk endişe duyması gereken yine Ümmet olmalı. “Mü’min bir delikten iki kere sokulmaz!”

Yine bölge halklarından sıkça duyduğum bir söylemi de her ne kadar katılmasam da burada paylaşmak isterim. “Bölgede güçlü bir İran yerine güçlü bir İsrail’i görmeyi tercih ederiz. Çünkü İran yayılmacı politika izliyor, İsrail’in ise tek emeli Filistin!” İşin bu boyutu da değerlendirildiği zaman gerçekten karşımıza vahim bir tablo çıkıyor. Burada da sorumluluk yine Ümmet’e düşüyor.

Irak ve Afganistan’ın işgalinde İran’ın ABD’ye yardım ettiğini açıkta ifade etmekten çekinmeyen Ahmedinejad’ın yakın bir geçmişte ülkemizde  “mücahid” sloganlarıyla takdim ve taltif edilmesinden anlıyoruz ki, bundan sonra “cihad”, Batıyla birlik olup Ümmet’in kanını akıtmak, ırzını-namusunu paymal etmek ve toprağına çöreklenmek anlamına kullanılacak!

Türkiye’nin İran nükleer sorunu ve Orta Doğu’daki diğer sorunlarla ilgili aktif inisiyatif alması ve bu konuda kendi gündemini oluşturması doğal hakkı ve sorumluluğudur. Bu amaçla Dışişleri Bakanlığı diplomatlarının taraflarla yakın teması ve iletişimi devam etmelidir. Bu konuda Türkiye’nin AB dış politika yapım sürecine önemli katkıları olabilir. Türkiye’nin AB ile birlikte çalışması iki tarafın konuyla ilgili etkinliğini de artıracaktır. Sonuç olarak Türkiye, diplomatik seçenekler lehine tavrında net; fakat bu konuda oynayabileceği olumlu roller konusunda esnek bir strateji belirlemelidir. Elbette bunları gerçekleştirirken de gözeteceği ilk şey Ümmet ve Ortadoğu’nun selameti olmalıdır.

Leave a Reply