Paris saldırılarının üzerinden neredeyse bir ay geçti ve Batı’da özellikle Müslümanlara karşı olan zenofobi yeniden hortlamış durumda. Fransa’da, modern demokrasinin ana vatanında, kişisel özgürlükler kısılarak üç aylık bir olağanüstü hâl ilan ediliyor. Amerika Birleşik Devletleri’nde Cumhuriyetçi Parti’nin önde gelen başkan adaylarından Donald Trump, ülkeye Müslümanların girişinin yasaklanması gerektiğini belirten açıklamalar yapıyor. Belçika’da İçişleri Bakanı, Müslümanların yoğun yaşadığı Molenbeek semtinde evlerin tek tek aranması gerektiğini söylüyor. Bu tür haberler giderek artan bir şekilde gelmeye devam ediyorken, Batı ülkelerindeki Müslüman toplulukların bu ayrımcılığa nasıl tepki verecekleri belirsizliğini koruyor. Oysaki geçen yüzyılın başında yine Paris’te yaşanan bir olay büyük çapta ayrımcılığa neden olmuş ve o zaman Avrupa’nın en büyük azınlıklarından biri olan Yahudi halkı arasında Siyonizm’in doğmasına neden olmuştu. Dreyfus Olayı, Avrupa’nın Yahudi düşmanlığının 20. yüzyıldaki ilk dışa vurumu olarak tarih kitaplarında yerini aldı.
Dreyfus Olayı öncelikle bir casusluk skandalı olarak başladı. Belle Epoque devrini yaşayan Fransa aynı zamanda Almanya’ya karşı bir silahlanma yarışı içerisindeydi. Bundan ötürü ordusuna büyük yatırımlar yapan Fransa, ordusunun yeni bir savaşa hazır olmasını istiyordu. Oysaki Fransız ordusunda hâlâ devam eden aristokrasi temelli atamalardan kaynaklanan yetersizlikler, yaşanan ve sansasyonel basın tarafından abartılarak kullanılan birkaç skandalla çoktan kamuoyuna duyurulmuştu. 1894’te yeni bir skandal patlak verdi: Alfred Dreyfus adlı bir istihbarat subayı gizli askeri bilgileri Alman İmparatorluğu’na satmakla suçlanıyordu. Çok hızlı görülen bir askeri davanın ardından Dreyfus suçlu bulundu ve Fransız Guyanası’na sürgüne gönderildi.
Bu olayı diğer skandallardan ayıran nokta ise Dreyfus’un hem Alsazlı hem de Yahudi olmasıydı. Alsaz bölgesi Alman İmparatorluğu’na son savaşta yeni kaybedilmiş ve bu, Fransız halkı üzerinde büyük bir travmaya yol açmıştı. Yahudilere ise uzunca bir zamandır Avrupa’da kötü gözle bakılıyordu. Rusya’da pogromlar birbirini izliyor, Viyana’da Hitler’e ilham verecek Yahudi düşmanı politikacılar nutuklar atıyor, gazetelerde her gün Yahudilerin nasıl dünya finans sektörünü yönettiklerine ve gizli ayinleriyle insanları etkilediklerine yönelik haberler çıkıyordu. Yani Dreyfus hem Alsazlı olarak hem de Yahudi olarak toplumun gözünde olağan şüpheli hâline gelmişti. Sansasyonel basın da bunu şevkle kullandı. Dreyfus’un Yahudi olmasından ötürü Fransa’ya ihanet etmesiyle ilgili yüzlerce haber yapıldı ve kamuoyunda Dreyfus’un suçluluğu hakkında hiçbir şüphe bırakılmadı; ta ki Georges Picquart adlı bir karşı istihbarat subayının soruşturmasına kadar.
1896’da bir karşı istihbarat subayı olan Picquart’ın yaptığı soruşturma sonrası ortaya çıkan yeni deliller gösteriyordu ki Dreyfus aslında suçsuzdu ve esas suçlu Ferdinand Esterhay adlı başka bir subaydı. Olayın üstünü örtmek isteyen ve anti-semitik fikirleriyle bilinen istihbarat şefi suçu Dreyfus’a atmıştı. Dreyfus’un kimliğini de fırsat bilen sansasyonel basın olayı hunharca kullanmıştı. Toplum önünde geri adım atmayı ordunun onurunu lekeleyecek bir davranış olarak gören askeri mahkeme Esterhay’ı suçlamadı ve onun yerine olaydaki usulsüzlükleri ortaya çıkaran Picquart’ı Cezayir’e sürgüne gönderdi. İşte bu noktada dananın kuyruğu koptu. Yardım için çoktan cumhurbaşkanı dâhil önemli yazar ve kişilerle görüşen Dreyfus’un arkadaşları ve ailesi, çağın önemli birçok aydın ve politikacısını Dreyfus’un haklılığı konusunda ikna etmişti. Emile Zola, Sarah Bernhardt, Henri Poincare gibi çağın en ünlü ve etkili isimlerini aralarında bulunduran Dreyfus’un destekçileri, kamuoyunu yanlarına çekmek için cesur bir girişimde bulundular.
13 Ocak 1898 tarihinde Dreyfus’un davasına sempati besleyen aydınlar Emile Zola önderliğinde dönemin cumhurbaşkanına J’accuse! (Suçluyorum!) adlı açık bir mektup yazdı. Bu mektupta Dreyfus’un sadece Yahudi olduğu için sahte delillerle suçlandığını ve ona karşı yapılan suçlamaların düşürülmesini talep eden Dreyfus yanlıları, bütün Fransız halkına ulaşmayı başardı. Fransa için bu artık Dreyfus’un özgürlüğünden çok daha büyük bir konuydu; bu artık insan hakları ve demokrasiye karşı muhafazakârlığın ve eski düzenin savaşıydı. Bu bölünme Fransa’yı ve Üçüncü Cumhuriyet’i temellerinden sarsmaya başlamıştı.
Kutuplaşma o kadar artmıştı ki baskılara dayanamayan askeri mahkeme geri adım atmak zorunda kaldı ve Dreyfus’u yeniden yargılamayı kabul etti. Yeniden görülen davada mahkeme kararını değiştirmedi ve Dreyfus’un cezası artırılarak onaylandı. Bu gelişme üzerine soruna hem muhafazakârları hem de cumhuriyetçileri tatmin eden bir çözüm bulmak isteyen cumhurbaşkanı müdahale ederek Dreyfus’a başkanlık affı önerdi. Dreyfus’u destekleyenler ona bunu kabul etmemesi yönünde diretti. Çünkü başkanlık affını kabul ettiği an aslında suçunu da, ona yapılan bütün haksızlıkları da kabul etmiş olacaktı. Sakin bir hayattan başka bir şey istemeyen Alfred Dreyfus, 1899 yılında onu destekleyenlerin yoğun muhalefetine rağmen başkanlık affını kabul etti ve Fransa’ya özgür bir adam olarak döndü.
Daha sonra 1906 yılında davaya yeniden bakan yüksek mahkeme Dreyfus’u tüm suçlamalardan aklayıp askeriyedeki görevini ona iade etti. Birinci Dünya Savaşı’nda savaşan Dreyfus daha sonra emekli olarak 1935 yılında ölene kadar Paris’te yaşadı. Her ne kadar olaylar Dreyfus için tatlıya bağlansa da Dreyfus Olayı Avrupa’daki Yahudi toplumunda derin izler bıraktı.
Özgürlüğün, kardeşliğin ve eşitliğin ana vatanında bile özgür, kardeş ve eşit olarak kabul görememeleri birçok Yahudi’nin bulundukları ülkede hiçbir zaman tam olarak kabul göremeyeceklerini düşünmelerine yol açtı. Böyle düşünenlerden birisi de Siyonizm’in babası Theodor Herzl’di. Dreyfus Olayı patlak verdiğinde bir Viyana gazetesinin Paris muhabirliğini yapan Herzl, Fransa gibi aydın bir ülkede bile Yahudilerin böyle ayrımcılığa uğraması karşısında şok olmuş ve Yahudilerin kabul görmeleri için kendi devletlerine sahip olmaları gerektiği fikrini ortaya atmıştır. Ömrünün geri kalanını bu fikre adayan Herzl, Yahudilere İsrail devletine giden yolun önünü açtı.
[box_light]Kaynakça[/box_light]
Faruk Alpkaya, 20. Yüzyıl Dünya ve Türkiye Tarihi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları
Geert Mak, Avrupa’da Yirminci Yüzyıl Boyunca Seyahatler, Literatür Yayınları
Roger Price, Fransa’nın Kısa Tarihi, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi