“İnsan” ve “acı”, bu iki kelimenin birbirine en çok yakıştığı, daha kapağını görür görmez insanın içinde kitabı bir an evvel okuyup bitirme isteği uyandıran, yazıların her birinin sonunda varılacak noktayı daha en başında ve tek bir ifade ile özetleyen o cümle: İnsanın acısını insan alır. İnsanı sevebilmenin yüceliğini, kaybedilen her şeyin yerine sevgiyi koymayı becerebilmeyi, inceliği, ince düşünmeyi, vakti belirsiz sevinçleri, heyecanları, o “mavi telaş”ları, “göğe bakma durak”larını, hiçbir sevginin alışkanlığa dönüşmediği bir dünyayı, acıyı, aşkı, ayrılığı, ayrılığın en afilisini, kanı deli yirmili yaşları, polis kordonundaki bir ülkenin lanet olası sessizliğine kayıtsız kalamayışı, hürriyete duyulan özlemi, mücadeleyi ve tüm bunları kalbinde taşımanın, ruhunda barındırmanın insanı insan yapan asıl gerçeklik olduğunu ona bir kez daha hatırlatan ve düşündüren, hepsi birbirinden anlamlı ve çok içerikli Şükrü Erbaş yazılarından oluşan bir eser: İnsanın Acısını İnsan Alır. Tüm bu içten, insanca duyguları evinin içinde, yatakta, okulda, sırada, büroda, dolmuşta, metroda yeniden aklına getirdiği ve “yaşama”nın anlamını bir kez daha fark ettirdiği için, bu kitabı karşısına çıkaran tesadüf şükredilesidir insanın.
Şükrü Erbaş’ın bütün yazılarına sinmiş o büyük kalabalıklar içinde yaşadığı yalnızlık duygusu, içini dökecek bir yer bulamaması, insanlara sorular sorması ve hiçbir kimsenin onun sorularını anlamaması, artık dilinin yerine gözlerini koyması ve gürültüden kaçıp sessizliğe sığınması, geceye çekilmesi ve “sınırlarda yaşaması”, yine de bu sınırların ona ayrıcalık sunduğunun farkında olması… Tüm bunlar, bana ömrümü Ankara’ya taşıdığım ilk aylarda yaşadıklarımı ve hissettiklerimi anımsattı. Oturup iki lafın belini kıracak bir insana hasret olduğum, şiir okuyacak, şarkı söyleyecek hiçbir kimsenin olmadığı etrafımda, tek başıma kahve yudumlamaktan içimin kuruduğu, çok düşündüğüm ve düşündükçe üzüldüğüm zamanlarımı aklıma getirdi. O günlerdeki brüt yalnızlık, geçen zamanla birlikte ruhsal bir yalnızlığa dönüştü. Bu da şu anlama geliyor ki, zamanı ve hayatı paylaşabilecek insanların varlığı bile bazen yetmiyor kalbin kapılarını sonuna kadar açmaya. Bu noktada hafif bir sitemim var hayata. İnce düşünen, ama bu ince düşünmenin neye yaradığını bilmeyen bir insanın yorgun tebessümünü içeren bir sitem. Çünkü insan en çok yarayı, samimi oluşundan ve ince düşünüşünden alıyor. Şöyle bir bakıyorum etrafıma, şuursuzca kahkahalar atan, kim bilir kaçıncı kez yeniden dinlediği fıkraya yine aynı coşkuyla gülen, yoksun, kaba saba, düşüncesiz, hoyrat kimseler daha mı mutlu benden diye soruyorum kendime. Hayır diyorum sonra. Hafif ama içten bir tebessümün, hassas bir ruha sahip olmanın, ince düşünmenin mutsuzluğu bile daha çok mutluluk içerir, düşünmeden gülmenin ve hoyratça yaşamanın mutluluğundan.
Kitabın adını aldığı denemeye özel olarak değinmeden olmaz. Onu genel bir analizin içinde eritmek, biraz da bu isme haksızlık olur. “İnsan bağışlayarak yener yanlışı. İnsanın acısını insan alır. İyilik böyle kolay yenilemez…” diye bitiriyor Şükrü Erbaş bu denemesini. İyilik insanı onarır. Bağışlamanın da, iyiliğin de yolu sevmekten geçer. İnsanın kendi türüne karşı girişebileceği en büyük başkaldırısı ve “biricik haklılığı”dır sevmek. Herkes içine ata ata iyileşmeye çalışırken, dünyayı düzene sokacak en büyük gücü içinde barındıran olgudur sevmek. Ve paylaşılmalıdır. Kalabalık içinde güzeldir çünkü. Zorlukla mücadelenin hep bir elden gerçekleştirilişinin başlangıç noktasıdır. Birliğin ve beraberliğin temelidir. Her şeyin daha da kötüye gittiği, kadınların, çocukların, “çocuk yaşta kadın”ların hastalıklı düşüncelere sahip kimseler tarafından sistematik bir biçimde katledildiği, yanıbaşımızda kendi ülkemizde kendi insanımızın tavuklar için kurutulan ekmeklere talim ettiği, Cizre’de Silopi’de öğrencilerin öğretmenleri tarafından ortada bırakıldığı, sokaklarda, terminallerde dilenen kimsesizlerin, düşkünlerin, (Suriyeli) mültecilerin sayısının her geçen gün arttığı, haksızlığın, kıranın, kırılanın, şiddetin bölünerek çoğaldığı bu günlerde ülke olarak o kadar çok ihtiyacımız var ki bu temeli anlamaya ve içimizde sindirmeye! Bir de insanı bireysel açıdan nasıl beslediği var bu “sevme” olayının. Bu kitabı okuduktan sonra dünyanın üstüne üstüne geldiği dar zamanlarda, içinde yaşanan bu gri kenti terk etmenin en cazip göründüğü, gözleri birbirine hiç değmeyen milyonlarca asık surattan, koşturan ayaktan sıkıldığı ve bu sıkıntının kendisinde yavaş yavaş bir alışkanlığa dönüştüğünü fark ettiği her anda bu cümleyi düşünürken buluyor kendini insan: İnsanın acısını insan alır. Ve Sait Faik’in o meşhur sözü “Dünyayı güzellik kurtaracak, bir insanı sevmekle başlayacak her şey” den sonra, ruhun ve kalbin rotasını belirleyecek yeni bir pusula oluyor bu cümle. “İnsanın acısını insan alır.”
Ve ayrılık tabii. Benim de bu kitapla tanışmama vesile olan kavramdır bu ve kitabın arka kapağındaki “Ayrılık ne biliyor musun?” diye bir soruyla başlayan o yazı. Önce o yazıyla karşılaşmıştım ve birkaç araştırmanın ardından, aklımdan ve kalbimden geçenlerin en samimi biçimde bir dışa vurumu olan bu yazının, en az onun kadar derin anlamlar içeren, duygu yüklü bir devamı olduğunu öğrenmiş ve hemen bulmuştum bu kitabı. “İnsanın içini dökmekten vazgeçmesi” diye tanımlamış ayrılığı Şükrü Erbaş. Bu yalnızca bir eşten yahut bir sevgiliden ayrılmak anlamına gelmeyebilir. Bir dosttan, bir evden ya da bir şehirden ayrılmak, hiç bilmediğin insanların coğrafyasına yol almak da olabilir. Yani ayrılık için illaki birilerinin hayatından çekip gitmeye ya da onların senin hayatından gitmesine gerek yoktur. Brüt anlamdaki bir gidişe yani. Aynı evde, aynı yatakta farklı kaygıların taşındığı, birlikte gülebilmenin eski zamanlarda bir ses olarak kaldığı, sıradan soruların ve konuların ilişkiye dahil olduğu noktada başlar zaten ayrılık. Senin içindekinin sende kaldığı noktada. Şükrü Erbaş’ın tarifindeki gibi, türkümüzü söyleyecek kimsemiz kalmadığında. Böyle bir duyguyu yirmi bir yıllık yaşamı boyunca yalnızca bir iki kez tecrübe etmiş genç bir insanın, yani benim gözümde Cahit Sıtkı’nın tanımındaki gibi “ölümün diğer adı” olmaktan çıkardı kendini ayrılık, Şükrü Erbaş’ın “Ayrılık ne biliyor musun?” sorusuyla. “Ömrüm azala azala önümden akarken, gittiğin gerçek bu kadar herkese benzerken…”. Bir kırgınlık bu kadar mı güzel olur! Ne kadar asil, yüce, anlamlı, bağırıp çağırmayan, sessiz ama güçlü bir sitemdir bu! Günümüzün bir kez olsun heyecandan yüz kızartmayan, karın ağrıtmayan, ayrılığı eline bile dokunmadan, yüzüne bile bakmadan yapılan bir telefon görüşmesine sığdırabilecek kadar hızlı yaşanmış, içi boş, sıradan, tekdüze, tornadan çıkmışçasına herkeste kendini tekrarlayan, eşyaların tüketildiği hızla yok edilen ilişkilerinin penceresinden bakınca ne uzak görünüyor böyle bir ayrılık ve böyle bir sitem! Yazının başında belirttiğim “ayrılığın en afillisi” bu türden bir ayrılık oluyor işte. Kapıların kapanmasından, mesafelerin artmasından, evlerin ayrılmasından fazlası.
Birçok yazardan, şairden bey ya da hanım gibi unvan sıfatlarıyla söz etme eğilimime rağmen, Şükrü Erbaş’ı anlatırken hiç girmiyorum böyle bir tutum içine. Aklından ve yüreğinden geçenleri, inceliğini, hassas ruhunu, duyarlılığını, mücadeleci yanını kendi hislerime o kadar yakın hissetmiş olmalıyım ki “bey” gibi soğuk ve mesafe dolu bir sözcükten kaçınıyorum. Her bir cümlesini, söz öbeğini okuduktan sonra düşüne düşüne diğerine geçtiğim bütün kitaplarda olduğu gibi bunda da altını çizerim diye elime bir kalem aldığım ama çizmeye neresinden başlayıp neresinde bitireceğime bir türlü karar veremediğim, her kelimesinde derin bir anlam yatan, böylesine kişilikli, İnsanın Acısını İnsan Alır gibi bir eseri okuma ve anlama serüvenim kısa aralıklarla nüksediyor yeniden. Kendimi atacak bir yer bulamadıkça, hem toplumsal hem de bireysel açıdan yetersiz ve öksüz kaldıkça. Her seferinde başlangıçta duyduğum o heyecan ve telaş; daha bir duyarlı, daha bir ince, alışkanlıkların esiri olmaktan kurtulmuş, sorgulayan, samimiyeti soğuk güvenlik duygularına yeğleyen, sıcacık, içten ve insanca bir tebessüme bırakıyor yerini yüzümde. Ve nefes aldığım dünyanın gerçekliğinin bin kat daha farkında olarak, yeni boyutlar kazanıyor yaşamım.