Orhan Pamuk ile tanışmam Masumiyet Müzesi sayesinde oldu. O kitap, bir çırpıda bitince diğer kitaplarını merak etmiş, yola “Benim Adım Kırmızı” ile devam etmeye karar vermiştim. Ancak, Orhan Pamuk ile yollarımı ayırdığım kitap, o oldu. Çok beğenilen, en çok dile çevrilen kitabı beni hayal kırıklığına uğratmıştı. Uzun bir süre çıkardığı kitapları takip etmedim, okumadım, böyle bir ihtiyaç da duymadım.
Ancak Kırmızı Saçlı Kadın raflarda yerini alınca, kitapevlerinde dikkatimi ilk çeken roman olmayı başardı ve Orhan Pamuk ile kaldığımız yerden devam ettik. O yüzden yazının başında rica ediyorum, “Ben Orhan Pamuk okumam” diyenler ön yargılarını bir kenara bıraksın.
Okuduğum iki kitap üzerinden böyle bir analiz yapmak belki doğru değil ama her zaman yazarın baba ya da üst kademe erkek karakterlerden çekindiğini ve sevmediğini hissetmiştim. Şimdi bu kitapta daha dürüst bir yaklaşım var baba-oğul ilişkisine. İki ayrı efsane; Oedipus’un hikayesi ve Rüstem ile Sührab… Babasını öldüren oğul ve oğlunu öldüren baba… Ortada üzülmeye mahkum göz yaşı döken anne… Bir tarafta babasını tanımamanın verdiği cahillik ile katil olduğunu fark edemeyen ve kendini kör olmakla lanetleyen Oedipus… Bir yanda babasına duyduğu özlem ile hareket edip öldürülen Sührab… Bir de Cem var, yazar olmak isteyen bir delikanlıyken, bir yazın – aşkın- hayatını nasıl değiştireceğinden habersiz. Babası terk ettikten sonra, hayallerini gerçekleştirmek için kuyucu çırağı olarak Ören’de geçireceği bir yaz, tüm hayatını değiştirecek, etkileyecek olaylara gebe. Kırmızı Saçlı Kadın’a duyacağı o ilk aşk, belki de gençliğin getirdiği basit bir takıntı, ilk deneyime dönecek ve bütün ömrünce unutulmayacaktı. Ondan öğrendiği efsaneler, hayatı boyunca peşini bırakmayacaktı. Kitabın sonunda ise, işte okuru nefessiz bırakan, şaşırmanın ötesinde duygular yaşatan o son, efsaneler belki de gerçek olacaktı.