Yohan Cruyff bir kral olarak öldü. Taçsız bir kral mıydı? Herhalde bunu söylemek basit ve çirkin bir romantizmden öteye gitmez. Ama hem onunla hem de onsuz, krallığının yaklaştığı her Dünya Kupası’nı elinden düşürmesi krallığın destanlarını biraz kısaltıyor tabi. Olsun. Kısa da olsa, destan destandır.
1974 Dünya Futbol Şampiyonasında bir hayalet dolaşıyordu. Henüz hücumcu sayısıyla savunmacı sayısı arasında geçişken olmayan matematik kurulmaya çalışılan yıllardı ve deniz seviyesinden yükselen bir akım bu matematiğe sert bir tokat vurmaya geliyordu: Total futbol. Ajax 60’ların sonundan beri bir başarıdan diğerine depar atıyordu. Sırtını Puskás’lı yıllardaki Macaristan’ın başarı öyküsüne dayandıran bu yenilenmiş akım bir fırtına gibi esiyordu ve fırtınanın gözü Johan Cruyff’tu.
1974’ten bir sene önce kendini eski teknik direktörü Rinus Michels’in yanında, Barcelona’da bulan Johan Cruyff için bu milli takım düzeyinde kendini kanıtlamak adına bulduğu ilk (ve henüz o günlerde bilmediği kadarıyla son) şanstı. Barcelona’ya 14 yıl sonra ilk defa La Liga şampiyonluğu yaşatan ikili, 1974’teki Dünya Kupası’na yıllarca beraber inşa ettikleri öz güvenle gelmişlerdi ve bu sonuçlara da yansıyordu. İki grup aşamasından sonra finale geçilen turnuvada, ilk grup aşamasını tek beraberlikle birinci tamamlayan Turuncular, ikinci grup aşamasını gol bile yemeden üçte üç yapmıştı. Finalde ise ev sahibi Batı Almanya’yla oynayacaklardı. Akıllarda ise bu yeni futbolun Sepp Maier’li, Franz Beckenbauer’li, Gerd Müller’li Panzerlerle mücadele edip edemeyeceği sorusu vardı.
Derken, henüz maçın başı dönemin en büyük yeteneğinin tek kişilik performansına sahne oldu. Köşe gönderlerini takmayı unutan görevliler sebebiyle gecikmeli başlayan maçın ilk dakikası içerisinde Cruyff orta saha çizgisinden itibaren sürmeye başladığı topla ceza sahasına süzüldüğünde Uli Hoeness tarafından atılan bir çelmeyle kendini yerde buldu ve hakem beyaz noktayı gösterdi. Topun başındaki Neeskens ikinci dakika bitmeden attığı penaltıyla takımını öne geçirdiğinde topa dokunan ilk Alman oyuncu, nihayet Sepp Maier oldu ve topu, santra vuruşu için saha ortasına gönderdi. Almanlar evlerinde hezimet yaşayacağa benziyordu.
Fakat devrenin ortalarına doğru Hölzenbein’in yapmayı en sevdiği şekilde ceza sahasına kıvrıldığı sırada penaltı kazanmasıyla eşitlenen skor Almanların güvenini yerine getirdi. Skor en baştaki haline dönmüş, bir de rüzgar Almanların arkasından esmeye başlamıştı. Gerd Müller’in attığı ikonik ikinci gol ise olayları bambaşka bir yere taşıdı. Artık Batı Almanya, o ana kadar art arda Avrupa ve Dünya Şampiyonu unvanlarına kavuşan ilk takım olmaya sadece bir devre uzaktaydı.
İkinci devreyi de iyi ve etkili oynayan Almanlar, şampiyonayı kazandığında, Hollanda takımı kazanabilecekleri bir turnuvadan eli boş dönmenin verdiği tatminsizlik ve uzun zamandır yakalanamayan bir ikinciliğin tatmini arasında mekik dokuyorlardı. Artık kimse onlardan daha fazlasını beklemiyordu. Onlar ülkenin çıkardığı en iyi takımdı ve kupaya bir daha bu kadar yaklaşamayacaklarını biliyorlardı. Bu yüzden final maçı onlar için ‘keşke’ler diyarına dönüşmüştü. Ellerinden kayan kupayı sadece 4 yıl sonra tekrar hissedebileceklerini bilseler, belki bambaşka bir motivasyonla dönerlerdi evlerine.
1978 Dünya Futbol Şampiyonası, siyasal bir gerginliğin gölgesindeydi. Ev sahibi Arjantin’deki askeri cunta yönetimi yüzünden birçok oyuncu turnuvaya katılmamayı seçiyordu. Yıllarca bu oyunculardan biri sanılan Cruyff da, takımını yalnız bırakanlardandı. Fakat birbirine Ajax’tan alışkın bir çekirdeğe sahip bir kadro, belki inanması güç ama ‘yüzyılın teknik direktörü‘ Michels’in yönetip Cruyff’un oynadığı 1974 rüyasından çok daha akıcı ve şairane bir futbol oynuyordu. Tek sorunları savunmaydı. 1974’te finale kadar attıkları 14 gole karşılık topu kalelerinde tek bir defalığına görmüşlerdi. Oysa 1978 finalinde ev sahibi Arjantin’in karşısına çıkana kadar 7 kere topu kalenin içinden toplamışlardı bile.
1978 finali de 1974’ü andırırcasına gecikmeli başladı. Ancak bu sefer bir hata sonucu değil neredeyse politik bir çatışmaya dönüşecek bir sağlık sorunu yüzündendi. Van de Kerkhof’un sakat koluna sarılı bandaj her nedense Arjantinlileri çok rahatsız etmiş, tartışmalar da maçı geciktirmişti. Bu sırada stadyumdaki tüm Arjantinlilerin iyice agresifleştiğini de söylemeye gerek yok sanırım. Hollandalılar ise morallerini bu tür bir şey yüzünden bozmaya niyetli değillerdi. Bunu maça hızlı başlayarak gösterdiler. Ataklarının hiçbiri sonuç vermiyordu, ancak pas istasyonları o kadar iyi çalışıyordu ki, her kaçırdıklarında bir sonraki pozisyonu bulacaklarından emin görünüyorlardı. Johnny Rep’in kaçırdığı iki kafa o kadar da büyük bir sorun değildi. Tabi Kempes sahneye çıkana kadar. Maçın ilk yarısı tamamlandığında Kempes gol krallığı yarışında kendini 5 gol atan üç kişi arasına yazdırmıştı. Maradona’nın henüz başlamadığı Dünya Kupalarının en parlak Arjantinlisi attığı golle kupaya göz kırpmıştı.
Ancak ikinci yarı 1974 yılına benzemiyordu. İlk yarıda yakaladığı fırsatları değerlendiremeyen Rep yerini Nanninga’ya bırakmıştı. Değişiklik sonucunu maçın sonuna doğru verdi. Dick Nanninga bir ulusun sportif umutlarını tekrar yıkılsınlar diye tamir etmişti. 83.dakikada durum 1-1’di ve uzatmalara kadar öyle kalacaktı. Ancak uzatmalarda ‘alçak memleket’ daha da yerin dibine girmişti. Önce Kempes gol krallığını garantiledi, ardından Bertoni kupayı. Skor 3-1’di. Arjantinli futbolcular topu hatıra olarak eve götürmek için hakemi kovalarlarken tüm Hollanda’nın aklında tek bir soru vardı. Cruyff olsaydı nasıl olurdu?
Acaba Cruyff’un yıllar sonra bir Katalan radyosunda verdiği röportajda turnuvaya gitmeme sebebinin politik olmadığını, bu kararı Barcelona’da ailesiyle beraber atlattığı bir kaçırılma tehlikesi yüzünden aldığını belirttiğinde bile onu suçlamaya devam eden Hollandalı futbol severler ne kadar itiraz edilebilir? Belki de hem Cruyff’un hem ‘General’ Michels’in 1979 yılında el ele verip Amerika’yı keşfe çıkmaları pişmanlıklarından kaçabildikleri kadar uzağa kaçma denemesiydi.
Uzaklarda hikaye bu. Ondan sonra neler mi oldu? 1988’de, Gullit’li yıllarda gelen Avrupa Şampiyonluğu bir teselliydi. Ama Dünya Kupası bir daha asla geri gelmeyecek bir fırsat gibi gözüküyordu onlara. Bu hisse tekrar kapılmak onları daha emin kılmıştı. Ancak elbette geldi. 1998 Dünya Kupası’nda muhteşem bir jenerasyonla gelmişlerdi. Muhteşem bir futbol oynuyorlardı. Kupa boyunca ilk kez geriye düştükleri Brezilya karşısında toparladılar, ancak yetmedi. Final biletini Taffarel’in penaltılarda avuçlarında bıraktılar. Yılları sayan oldu mu bilmiyorum ama o jenerasyon daha uzun süre sahalardaydı. Acaba kulüp düzeyinde kaldırmadık kupa bıraktılar mı?
2014 Dünya Kupasında yine bir altın jenerasyonla, yine yarı finalde, yine penaltılarda, yine 4-2’yle geçildiler. Hem de kendilerini 1978’den eden Arjantin’e… Ama aynı jenerasyon için daha trajik olan kupa 2010 yazındaydı. Grubundan maç kaybetmeden çıkan, çeyrek finalde Brezilya’yı, yarı finalde kupanın sürpriz takımı Uruguay’ı eleyen Hollanda’nın klasik ve sempatik total futbol anlayışı onları finale taşımıştı. Ancak devir Tiki-Taka’nın devriydi. Ellerindeki silahın en gelişmişi karşısında direndi Turuncular. Ama ellerinde tuttukları keskin bir kılıçtı karşı taraf müsabakaya ışın kılıcıyla gelmişti. Sonuç hezeyan oldu.
Cruyff ise tüm bu süreçleri acı çekerek izledi. Kendi çektiği acıyı her eleştirisinde başkalarına da çektirdi. Gerçi Beckenbauer kadar korkunç bir egosu yoktu. Ama yine de Hollanda’nın acımasız idolüydü. Bunu yapmaya hakkı vardı, hâlâ da var. Kim bilir, belki yukarıdan bir yerden Hollanda futbolunu takip edecek ve nefesini gelecek her futbolcu neslinin ensesinde hissettirmeye devam edecek.
Kapak görseli: Kaynak